Lokma büyük
çünkü kronoloji hakikaten karmaşık, sorun -bence- yüz yıllık bile olmamasına
rağmen hızla kronikleşti, insani boyutla meselenin özü tamamen birbirine girdi,
şiddet sarmalına hızlıca dolandı ve gerçek Amerika’daki en kuvvetli lobi olan
Yahudi lobisinin manipülasyonlarıyla örselenegeldi.
Konuyu en iyi,
bir Yahudi fıkrası açıklar: Bir turist, Kudüs’teki Ağlama Duvarı’nda vecd
içinde öne arkaya doğru sallanarak dua eden bir haham görünce yanaşıp ne için
dua ettiğini sormuş. Haham “İsrail- Filistin meselesinin çözülmesi için” diye
mukabele etmiş. “Ben 40 yıldır her cumartesi gelir burada dua ederim.” “Peki”
demiş turist, “bir faydasını gördün mü?” “Yok” diye cevap vermiş haham, “bazen
duvara karşı konuşuyorum gibi hissediyorum.” Bu mesele duvara laf anlatma
meselesidir biraz.
Bu konuyla
ülkemizin hemhal olmasının ardında yatan kişi belli: Suriye kumarı
nedeniyle şu aralar birçok çevre tarafından pek de haksız olmayan sebeplerden
ötürü yerden yere vurulan Ahmet Davutoğlu. Davutoğlu, artık kabinenin popüler
bir ismi, hepiniz onun bir akademisyen olduğunu (Boğaziçi!), Neo-Osmanlı
hayaliyle yaşadığını, kendisi her ne kadar “hükümet görüşü” dese de mevcut dış
politikanın mimarı olduğunu biliyorsunuzdur. Ama Hamas Gazze’de yapılan özgür
seçimi kazandıktan sonra, meşruiyeti hiçbir Avrupa ülkesi tarafından
tanınmıyorken, lideri Halid Meşal gizlice Ankara’ya gelmiş ve başbakanla
görüşmüştü, Davutoğlu o zaman için Başbakanlık başdanışmaydı yani kabine
dışındaydı, o zamandan beri bu politikayı şekillendiren isimlerin başında
geliyor. Dışişleri Bakanları seviyesinde yapılan kapalı bir oturumda “Kudüs’te
Filistinlilerle beraber namaz kılacağı günü hayal ettiğini” söylediği ortaya
çıkınca orta çapta bir kriz çıkmış, kendisini kapalı bir oturumda söylenenleri
size söylemeyeceğim, ama şu kadarıyla söyleyeyim, BM kararlarına bakarsanız ne
demek istediğimi anlarsınız minvalinde bir açıklamayla savunmuştu. Kudüs’ün
Filistin toprağı olduğunu söyleyen bir BM kararı olduğunu, ben bu sayede
öğrenmiştim. İsrail, bunun gibi sayısız BM kararını yıllar yılı yok sayageldi,
11 Aralık 1948’de alınan ve mültecilerin hızlı bir şekilde evlerine dönmelerini
vaat eden BM’nin 194 sayılı kararı, bunlardan sadece bir tanesi. 1967
Savaşı’ndan hemen sonra, İsrail’deki en yüksek hukuk otoritesi, İsrail
hükümetini şöyle bilgilendirmişti: İdaremiz altındaki topraklardaki sivil
yerleşimler, Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun kesin hükümlerine aykırıdır.
İsrail Adalet Bakanı, bu görüşe katıldığını açıkladı. Savunma Bakanı Moşe Dayan
ise, “İsraillilerin işgal edilen topraklara yerleştirilmesi, bilindiği gibi
uluslararası anlaşmalara aykırıdır, fakat bu yeni bir bilgi değil” demişti.
Fütursuzluk, İsrail sağının, diğer milliyetçi hareketlerden bile sık
sergilediği en karakteristik özelliğidir. Zaten aynı zat, şu cümleleri
söylemekte de beis görmeyecekti: (İsrail) kılıcı tek değilse de ana araç olarak
görmeli, onunla morali yüksek tutmalı. Bunun için tehlikeler icat etmeli ve
bunu yapmak için provokasyon ve intikam metodunu uygulamalı.
Gazze’nin kontrolünün
Filistinlilere geçmesinin tarihi 1994, efsanevi Oslo Barışı’ndan hemen sonra.
2005’te İsrail bölgeden kendi vatandaşlarını da çekince, alan tamamen
Filistinlilerin kontrolüne kaldı. Gazze Ablukası İsrail ve ABD tarafından 26
Ocak 2006’da, Filistinlileri özgür seçimlerde yanlış tarafa oy verdikleri için
cezalandırmak amacıyla başlatıldı. 25 Haziran 2006’da Onbaşı Gilad Şalit’in
kaçırılmasından sonra İsrail’in saldırıları daha da ağırlaştı. Halbuki yalnızca
bir gün önce İsrail Gazze’de iki sivili kaçırmış ve onları İsrail’e
göndermişti.
28 Aralık
2006’da İsrail İnsan Hakları Örgütü B’Tselem, İsrail’in işgal altındaki
topraklarda gerçekleştirdiği zulme dair yıllık raporunu yayımladı. O yıl İsrail
güçleri altı yüz altmış yurttaşı ve 141 çocuğu öldürdü. Sonuç olarak İsrail
güçleri 2000’den bu yana neredeyse dört bin Filistinli öldürmüştü.
Temmuz 2007’de
seçilmiş hükümeti askeri bir darbeyle devirip yerine El Fetih’in kuvvetli adamı
Muhammed Dahlan’ı getirmeyi amaçlayan ABD-İsrail girişiminin Hamas tarafından
durdurulmasının ardından Hamas’la El Fetih arasındaki savaşı Hamas kazanınca,
İsrail Gazze Şeridi’ne ekonomik bir abluka uygulayarak bu yeni duruma hemen
karşılık verdi. Hamas ablukaya, Gazze Şeridi’ne en yakın kasaba olan Sderot’a
füze fırlatarak misilleme yaptı. Bu gelişme, hava kuvvetlerini, topçusunu ve
savaş gemilerini kullanması için İsrail’e bahane oldu.
2007’nin eylül
ayında İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda günde ortalama sekiz
kişi öldü. Bunların çoğu çocuktu. İsrail’in başlıca askeri analisti Zeev
Schiff’e göre “İsrail ordusu daima kasıtlı ve bilinçli olarak sivil halkı hedef
almıştır.” Uluslararası Af Örgütü, Gazze ablukasında İsrail’in beyaz fosfor
bombası kullandığının “açık ve yadsınamaz” olduğunu bildirdi ve yoğun yerleşim
alanlarında defalarca kullanılmasını bir savaş suçu sayarak kınadı.
Haziran
2008’de İsrail ve Hamas bir ateşkeste uzlaşmışlardı. İsrail hükümeti, 4
Kasım’da Gazze’yi istila edip yarım düzine Hamas aktivistini öldürerek
anlaşmayı bizzat bozana kadar, Hamas’ın tek bir roket dahi fırlatmadığını resmi
olarak kabul ediyor. Hamas ateşkes anlaşmasını yenilemeyi önerdi. İsrail
kabinesi öneriyi reddedip 27 Aralık’ta [2008] öldürücü ve yıkıcı Dökme Kurşun
Operasyonu’nu başlatmayı tercih etti.
Maalesef her
haham girişte anlattığım fıkradaki kadar nüktedan değil: Kuşatmadan bir sene
önce, Seferad Hahambaşı Başbakan Olmert’e bir mektup yazmıştı. Jerusalem
Post’un aktardığına göre, eski Hahambaşı, Gazze’deki bütün sivillerin roket
saldırılarından sorumlu oldukları, dolayısıyla roket saldırılarını durdurmak
için düzenlenecek yoğun bir askeri saldırı sırasında sivillerin ayrım
gözetmeksizin öldürülmesinde ahlaki açıdan hiçbir yasaklamanın bulunmadığı
bilgisini veriyordu.
İsrail ordusu
Gazze’nin sivil halkını bombaladığında ve bunu teröristlerin sivil hedeflere
yaptıkları füze saldırısına karşı kendini savunma hakkı olarak açıkladığında,
BM Genel Kurulu Başkanı, eski Katolik Kilisesi Rahibi ve Nikaragua Dışişleri
Bakanı Miguel D’escoto Brockmann bu eylemi soykırım olarak tanımlamaktan
kaçınmadı. BM yardım görevlisi Jan Egeland ve İsveç Dışişleri Bakanı Jan
Eliassın, İsrail’in Gazze saldırıları hakkında Le Figaro’da şunları yazdı: Çoğu
çocuk 1.4 milyon kişi, dünyanın nüfus yoğunluğu en yüksek bölgelerinden birine
yığılmış durumda; hareket özgürlükleri yok, kaçacak ve saklanacak hiçbir
yerleri yok.
Şabat gününde
başlayan, Gazze’nin büyük bölümünün harabeye dönmesi ve bin kadar kişinin
ölümüyle sonuçlanan o saldırıdan iki hafta sonra, Gazzelilerin çoğunun yaşamını
sürdürebilmesini sağlayan BM Kuruluşu UNRWA (Birleşmiş Milletler Filistinli
Mültecilere Yardım Kuruluşu), İsrail askeriyesinin yardım sevkiyatının Gazze’ye
ulaşmasını engellediğini duyurdu. Gerekçesi Şabat günü olduğu için geçişlerin
kapatılmasıydı. Yüzlerce kişi Şabat gününde Amerikan bombardıman uçakları ve
helikopterleri tarafından katledilebiliyorken, bu kutsal güne saygı gereği,
ölüm kalım savaşı veren Filistinlilere yiyecek ve ilaç verilmemeliydi.
Elektrik
kesintileri yüzünden insanların odun ateşi yakmaya çalışması sonucunda, Gazze
Şeridi’ndeki Şifa Hastanesi’nde yanık vakaları yüzde 300 arttı. İsrail klor
sevkiyatını yasakladı, bu nedenle [2009] Aralık ortalarından itibaren Gazze
Şehri’nde ve kuzeyde su kullanımı üç günde bir altı saatle sınırlandırıldı.
İsrail’le
Türkiye ilişkilerinin çıkmaza girmesinde Davos’ta 29 Ocak 2009’daki one minute
krizi, bir dönüm noktası. 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara gemisine uluslararası
sularda, rotasını Mısır’a çevirmişken yapılan ve gemideki dokuz yolcunun
ölümüyle sonuçlanan olay, iki devletin arasına “kan girmesi”ne yol açtı,
ilişkiler o zamandan beri bu sorunun çözümüne kilitlenmiş durumda ve süre iki
tarafın da lehine işlemiyor. Ama Mavi Marmara, bu ablukayı kaldırmak üzere yola
çıkan ilk gemi değil. 30.12.08’de Dignity [Haysiyet] isimli küçük bir gemi
Gazze’ye gitmek üzere Kıbrıs’tan yola çıkmıştı. Gemideki doktorlar ve insan
hakları aktivistleri, İsrail’in suç teşkil eden ablukasını delmek ve kapana
sıkıştırılmış Gazze halkına tıbbi malzemeler götürmek istiyorlardı. İsrail savaş
gemileri uluslararası sularda bu küçük geminin yolunu kesti, çarparak ciddi
hasar verdi; gemi az daha batıyordu, güçlükle de olsa Lübnan’a ulaşmayı
başardı. İsrail yalanlardan oluşan rutin bir açıklama yaptı. Fakat aralarında
CNN muhabiri Karl Penhaul’un, eski Temsilciler Meclisi üyesi ve Yeşil Parti’nin
başkan adayı Cynthia Mckinney’in de olduğu gemideki gazeteciler ve yolcular
açıklamayı yalanladılar.
Mavi
Marmara’daysa, İsrail komandoları gemiyi ele geçirmek üzere bir operasyon
düzenlediler, İsrail tarafının açıklaması, örgütlü bir direnişle
karşılaştıkları ve meşru müdafaa yaptıklarıydı. Sonradan BM tarafından Eylül
2011’de hazırlanan raporsa Türkiye tarafından tepkiyle karşılandı, Türkiye
raporu tanımadığını açıkladı. Rapor, kısaca “Filonun ablukayı kaldırmak için
düşüncesizce hareket ettiğini, katılımcıların çoğunun bir şiddet niyeti
olmadığını, ama yine de başta İHH olmak üzere düzenleyicilerin gerçek
niyetleri, amaçları ve uyguladıkları hakkında ciddi soru işaretleri bulunduğunu
belirtti. Ayrıca, ilk helikopterden inen askerlerin, Mavi Marmara katılımcıları
tarafından, önemli organize ve şiddetli bir direnişle karşılaştığını, zincir,
sopa vs silahlar kullanıldığını ama ateşli silah kullanılmadığını… … diğer
yandan İsrail’in ölümler karşısında tatmin edici bir açıklama yapamadığını… …9
kişiden 7’sinin vücudunun birden çok yerine isabet eden kurşunlarla… 5
tanesinin arkadan vurularak… …tek kurşunla vurulan iki kişiden birinin iki
gözünün ortasından, ve en az birinin çok yakın mesafeden ateş ederek öldürüldüğünü,
bu kişinin (Amerika vatandaşı da olan Furkan Doğan) yüzünde, kafatasında, sol
bacağında ve sırtında da yarası olduğunu, muhtemelen öldürücü kurşunu aldığında
zaten yaralı olduğunu, bunun tanık ifadeleriyle de desteklendiğini… …ve
ölenlerin hiçbirinin yaralayıcı alet taşıdığına dair bir kanıt olmadığını…
söylüyordu. Rapor, bu haliyle bile şimdiye kadar anlattıklarımla ne kadar
uyumlu, farkındasınız değil mi?
İsrail,
cüretini Amerika’dan alıyor, bunu inkar edebilecek babayiğit var mı,
bilmiyorum. Harry Truman, vaktinde “Kusura bakmayın beyler, seçmenlerimin
arasında yüzbinlerce Arap yok” demişti. 1949’dan bu yana ABD, İsrail’e 100
milyar dolardan fazla hibe yardımı yaptı ve yönetimin parçası olmayan kurumlar
da yılda 1 milyar dolar para aktarıyor. Bu tutar ABD’nin Kuzey Afrika’ya, Güney
Afrika’ya ve Karayipler’e aktardığı paranın toplamından daha fazla. Sözü edilen
bölgelerin toplam nüfusu 1 milyardan fazladır, İsrail’in nüfusuysa yedi milyon.
Bununla beraber, hakkını teslim etmek gerekir ki ABD, Filistinlilerin geri
dönüş hakkından resmi düzeyde hiçbir geri adım atmadı. Birkaç haftadır yaklaşan
başkanlık seçimindeyse tuhaf şeyler oluyor. Obama’dan ümidini kesen
Netenyahu’nun Cumhuriyetçi Mitt Romney’i desteklemesi, Obama’yı suçlar
mahiyette açıklamalar yapmasının ardından, ajanslara bugün düşen haberde Obama
Netenyahu’nun İran hakkındaki açıklamalarına yönelik gürültü ifadesini kullandı.
(Bir başka fıkra gibi özel konuşmada, Sarkozy, yanılmıyorsam İngiltere
Başbakanı Cameron’a, Netenyahu için ‘Bunun yalanlarından bıktım’ demişti) Obama, dört senelik başkanlık kariyerinde
İsrail’e en açıktan cephe aldığı zamanın seçim arefesi olmasını kendime izah
edemiyorum, ama eğer bu gerçek bir paradigma değişikliğine evrilirse, İsrail’in
fütursuzluğunun sonu gelebilir.
Kaynakça:
Noam Chomsky-
Ilan Pappe Yaşamla Ölüm Arasında Gazze- Dünden Bugüne Filistin Sorunu
NTV Tarih Temmuz
2010 Sayısı özel eki. (Kapaklarında İsrail’in yaptığının devlet terörü olduğunu
ilanen duyurmasındaki cesaret, takdire şayandı gerçekten…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder