24 Eylül 2012

İsrail’in Cinneti: Gazze

Bugün, yutamayacağım bir lokmayı ağzıma atacağım: Filistin Sorunu ve özelinde Gazze Ablukası.

Lokma büyük çünkü kronoloji hakikaten karmaşık, sorun -bence- yüz yıllık bile olmamasına rağmen hızla kronikleşti, insani boyutla meselenin özü tamamen birbirine girdi, şiddet sarmalına hızlıca dolandı ve gerçek Amerika’daki en kuvvetli lobi olan Yahudi lobisinin manipülasyonlarıyla örselenegeldi.

Konuyu en iyi, bir Yahudi fıkrası açıklar: Bir turist, Kudüs’teki Ağlama Duvarı’nda vecd içinde öne arkaya doğru sallanarak dua eden bir haham görünce yanaşıp ne için dua ettiğini sormuş. Haham “İsrail- Filistin meselesinin çözülmesi için” diye mukabele etmiş. “Ben 40 yıldır her cumartesi gelir burada dua ederim.” “Peki” demiş turist, “bir faydasını gördün mü?” “Yok” diye cevap vermiş haham, “bazen duvara karşı konuşuyorum gibi hissediyorum.” Bu mesele duvara laf anlatma meselesidir biraz.

Bu konuyla ülkemizin hemhal olmasının ardında yatan kişi belli: Suriye kumarı nedeniyle şu aralar birçok çevre tarafından pek de haksız olmayan sebeplerden ötürü yerden yere vurulan Ahmet Davutoğlu. Davutoğlu, artık kabinenin popüler bir ismi, hepiniz onun bir akademisyen olduğunu (Boğaziçi!), Neo-Osmanlı hayaliyle yaşadığını, kendisi her ne kadar “hükümet görüşü” dese de mevcut dış politikanın mimarı olduğunu biliyorsunuzdur. Ama Hamas Gazze’de yapılan özgür seçimi kazandıktan sonra, meşruiyeti hiçbir Avrupa ülkesi tarafından tanınmıyorken, lideri Halid Meşal gizlice Ankara’ya gelmiş ve başbakanla görüşmüştü, Davutoğlu o zaman için Başbakanlık başdanışmaydı yani kabine dışındaydı, o zamandan beri bu politikayı şekillendiren isimlerin başında geliyor. Dışişleri Bakanları seviyesinde yapılan kapalı bir oturumda “Kudüs’te Filistinlilerle beraber namaz kılacağı günü hayal ettiğini” söylediği ortaya çıkınca orta çapta bir kriz çıkmış, kendisini kapalı bir oturumda söylenenleri size söylemeyeceğim, ama şu kadarıyla söyleyeyim, BM kararlarına bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız minvalinde bir açıklamayla savunmuştu. Kudüs’ün Filistin toprağı olduğunu söyleyen bir BM kararı olduğunu, ben bu sayede öğrenmiştim. İsrail, bunun gibi sayısız BM kararını yıllar yılı yok sayageldi, 11 Aralık 1948’de alınan ve mültecilerin hızlı bir şekilde evlerine dönmelerini vaat eden BM’nin 194 sayılı kararı, bunlardan sadece bir tanesi. 1967 Savaşı’ndan hemen sonra, İsrail’deki en yüksek hukuk otoritesi, İsrail hükümetini şöyle bilgilendirmişti: İdaremiz altındaki topraklardaki sivil yerleşimler, Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun kesin hükümlerine aykırıdır. İsrail Adalet Bakanı, bu görüşe katıldığını açıkladı. Savunma Bakanı Moşe Dayan ise, “İsraillilerin işgal edilen topraklara yerleştirilmesi, bilindiği gibi uluslararası anlaşmalara aykırıdır, fakat bu yeni bir bilgi değil” demişti. Fütursuzluk, İsrail sağının, diğer milliyetçi hareketlerden bile sık sergilediği en karakteristik özelliğidir. Zaten aynı zat, şu cümleleri söylemekte de beis görmeyecekti: (İsrail) kılıcı tek değilse de ana araç olarak görmeli, onunla morali yüksek tutmalı. Bunun için tehlikeler icat etmeli ve bunu yapmak için provokasyon ve intikam metodunu uygulamalı.

Gazze’nin kontrolünün Filistinlilere geçmesinin tarihi 1994, efsanevi Oslo Barışı’ndan hemen sonra. 2005’te İsrail bölgeden kendi vatandaşlarını da çekince, alan tamamen Filistinlilerin kontrolüne kaldı. Gazze Ablukası İsrail ve ABD tarafından 26 Ocak 2006’da, Filistinlileri özgür seçimlerde yanlış tarafa oy verdikleri için cezalandırmak amacıyla başlatıldı. 25 Haziran 2006’da Onbaşı Gilad Şalit’in kaçırılmasından sonra İsrail’in saldırıları daha da ağırlaştı. Halbuki yalnızca bir gün önce İsrail Gazze’de iki sivili kaçırmış ve onları İsrail’e göndermişti.

28 Aralık 2006’da İsrail İnsan Hakları Örgütü B’Tselem, İsrail’in işgal altındaki topraklarda gerçekleştirdiği zulme dair yıllık raporunu yayımladı. O yıl İsrail güçleri altı yüz altmış yurttaşı ve 141 çocuğu öldürdü. Sonuç olarak İsrail güçleri 2000’den bu yana neredeyse dört bin Filistinli öldürmüştü.

Temmuz 2007’de seçilmiş hükümeti askeri bir darbeyle devirip yerine El Fetih’in kuvvetli adamı Muhammed Dahlan’ı getirmeyi amaçlayan ABD-İsrail girişiminin Hamas tarafından durdurulmasının ardından Hamas’la El Fetih arasındaki savaşı Hamas kazanınca, İsrail Gazze Şeridi’ne ekonomik bir abluka uygulayarak bu yeni duruma hemen karşılık verdi. Hamas ablukaya, Gazze Şeridi’ne en yakın kasaba olan Sderot’a füze fırlatarak misilleme yaptı. Bu gelişme, hava kuvvetlerini, topçusunu ve savaş gemilerini kullanması için İsrail’e bahane oldu.

2007’nin eylül ayında İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda günde ortalama sekiz kişi öldü. Bunların çoğu çocuktu. İsrail’in başlıca askeri analisti Zeev Schiff’e göre “İsrail ordusu daima kasıtlı ve bilinçli olarak sivil halkı hedef almıştır.” Uluslararası Af Örgütü, Gazze ablukasında İsrail’in beyaz fosfor bombası kullandığının “açık ve yadsınamaz” olduğunu bildirdi ve yoğun yerleşim alanlarında defalarca kullanılmasını bir savaş suçu sayarak kınadı.

Haziran 2008’de İsrail ve Hamas bir ateşkeste uzlaşmışlardı. İsrail hükümeti, 4 Kasım’da Gazze’yi istila edip yarım düzine Hamas aktivistini öldürerek anlaşmayı bizzat bozana kadar, Hamas’ın tek bir roket dahi fırlatmadığını resmi olarak kabul ediyor. Hamas ateşkes anlaşmasını yenilemeyi önerdi. İsrail kabinesi öneriyi reddedip 27 Aralık’ta [2008] öldürücü ve yıkıcı Dökme Kurşun Operasyonu’nu başlatmayı tercih etti.

Maalesef her haham girişte anlattığım fıkradaki kadar nüktedan değil: Kuşatmadan bir sene önce, Seferad Hahambaşı Başbakan Olmert’e bir mektup yazmıştı. Jerusalem Post’un aktardığına göre, eski Hahambaşı, Gazze’deki bütün sivillerin roket saldırılarından sorumlu oldukları, dolayısıyla roket saldırılarını durdurmak için düzenlenecek yoğun bir askeri saldırı sırasında sivillerin ayrım gözetmeksizin öldürülmesinde ahlaki açıdan hiçbir yasaklamanın bulunmadığı bilgisini veriyordu.

İsrail ordusu Gazze’nin sivil halkını bombaladığında ve bunu teröristlerin sivil hedeflere yaptıkları füze saldırısına karşı kendini savunma hakkı olarak açıkladığında, BM Genel Kurulu Başkanı, eski Katolik Kilisesi Rahibi ve Nikaragua Dışişleri Bakanı Miguel D’escoto Brockmann bu eylemi soykırım olarak tanımlamaktan kaçınmadı. BM yardım görevlisi Jan Egeland ve İsveç Dışişleri Bakanı Jan Eliassın, İsrail’in Gazze saldırıları hakkında Le Figaro’da şunları yazdı: Çoğu çocuk 1.4 milyon kişi, dünyanın nüfus yoğunluğu en yüksek bölgelerinden birine yığılmış durumda; hareket özgürlükleri yok, kaçacak ve saklanacak hiçbir yerleri yok.

Şabat gününde başlayan, Gazze’nin büyük bölümünün harabeye dönmesi ve bin kadar kişinin ölümüyle sonuçlanan o saldırıdan iki hafta sonra, Gazzelilerin çoğunun yaşamını sürdürebilmesini sağlayan BM Kuruluşu UNRWA (Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu), İsrail askeriyesinin yardım sevkiyatının Gazze’ye ulaşmasını engellediğini duyurdu. Gerekçesi Şabat günü olduğu için geçişlerin kapatılmasıydı. Yüzlerce kişi Şabat gününde Amerikan bombardıman uçakları ve helikopterleri tarafından katledilebiliyorken, bu kutsal güne saygı gereği, ölüm kalım savaşı veren Filistinlilere yiyecek ve ilaç verilmemeliydi.

Elektrik kesintileri yüzünden insanların odun ateşi yakmaya çalışması sonucunda, Gazze Şeridi’ndeki Şifa Hastanesi’nde yanık vakaları yüzde 300 arttı. İsrail klor sevkiyatını yasakladı, bu nedenle [2009] Aralık ortalarından itibaren Gazze Şehri’nde ve kuzeyde su kullanımı üç günde bir altı saatle sınırlandırıldı.

İsrail’le Türkiye ilişkilerinin çıkmaza girmesinde Davos’ta 29 Ocak 2009’daki one minute krizi, bir dönüm noktası. 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda, rotasını Mısır’a çevirmişken yapılan ve gemideki dokuz yolcunun ölümüyle sonuçlanan olay, iki devletin arasına “kan girmesi”ne yol açtı, ilişkiler o zamandan beri bu sorunun çözümüne kilitlenmiş durumda ve süre iki tarafın da lehine işlemiyor. Ama Mavi Marmara, bu ablukayı kaldırmak üzere yola çıkan ilk gemi değil. 30.12.08’de Dignity [Haysiyet] isimli küçük bir gemi Gazze’ye gitmek üzere Kıbrıs’tan yola çıkmıştı. Gemideki doktorlar ve insan hakları aktivistleri, İsrail’in suç teşkil eden ablukasını delmek ve kapana sıkıştırılmış Gazze halkına tıbbi malzemeler götürmek istiyorlardı. İsrail savaş gemileri uluslararası sularda bu küçük geminin yolunu kesti, çarparak ciddi hasar verdi; gemi az daha batıyordu, güçlükle de olsa Lübnan’a ulaşmayı başardı. İsrail yalanlardan oluşan rutin bir açıklama yaptı. Fakat aralarında CNN muhabiri Karl Penhaul’un, eski Temsilciler Meclisi üyesi ve Yeşil Parti’nin başkan adayı Cynthia Mckinney’in de olduğu gemideki gazeteciler ve yolcular açıklamayı yalanladılar.

Mavi Marmara’daysa, İsrail komandoları gemiyi ele geçirmek üzere bir operasyon düzenlediler, İsrail tarafının açıklaması, örgütlü bir direnişle karşılaştıkları ve meşru müdafaa yaptıklarıydı. Sonradan BM tarafından Eylül 2011’de hazırlanan raporsa Türkiye tarafından tepkiyle karşılandı, Türkiye raporu tanımadığını açıkladı. Rapor, kısaca “Filonun ablukayı kaldırmak için düşüncesizce hareket ettiğini, katılımcıların çoğunun bir şiddet niyeti olmadığını, ama yine de başta İHH olmak üzere düzenleyicilerin gerçek niyetleri, amaçları ve uyguladıkları hakkında ciddi soru işaretleri bulunduğunu belirtti. Ayrıca, ilk helikopterden inen askerlerin, Mavi Marmara katılımcıları tarafından, önemli organize ve şiddetli bir direnişle karşılaştığını, zincir, sopa vs silahlar kullanıldığını ama ateşli silah kullanılmadığını… … diğer yandan İsrail’in ölümler karşısında tatmin edici bir açıklama yapamadığını… …9 kişiden 7’sinin vücudunun birden çok yerine isabet eden kurşunlarla… 5 tanesinin arkadan vurularak… …tek kurşunla vurulan iki kişiden birinin iki gözünün ortasından, ve en az birinin çok yakın mesafeden ateş ederek öldürüldüğünü, bu kişinin (Amerika vatandaşı da olan Furkan Doğan) yüzünde, kafatasında, sol bacağında ve sırtında da yarası olduğunu, muhtemelen öldürücü kurşunu aldığında zaten yaralı olduğunu, bunun tanık ifadeleriyle de desteklendiğini… …ve ölenlerin hiçbirinin yaralayıcı alet taşıdığına dair bir kanıt olmadığını… söylüyordu. Rapor, bu haliyle bile şimdiye kadar anlattıklarımla ne kadar uyumlu, farkındasınız değil mi?

İsrail, cüretini Amerika’dan alıyor, bunu inkar edebilecek babayiğit var mı, bilmiyorum. Harry Truman, vaktinde “Kusura bakmayın beyler, seçmenlerimin arasında yüzbinlerce Arap yok” demişti. 1949’dan bu yana ABD, İsrail’e 100 milyar dolardan fazla hibe yardımı yaptı ve yönetimin parçası olmayan kurumlar da yılda 1 milyar dolar para aktarıyor. Bu tutar ABD’nin Kuzey Afrika’ya, Güney Afrika’ya ve Karayipler’e aktardığı paranın toplamından daha fazla. Sözü edilen bölgelerin toplam nüfusu 1 milyardan fazladır, İsrail’in nüfusuysa yedi milyon. Bununla beraber, hakkını teslim etmek gerekir ki ABD, Filistinlilerin geri dönüş hakkından resmi düzeyde hiçbir geri adım atmadı. Birkaç haftadır yaklaşan başkanlık seçimindeyse tuhaf şeyler oluyor. Obama’dan ümidini kesen Netenyahu’nun Cumhuriyetçi Mitt Romney’i desteklemesi, Obama’yı suçlar mahiyette açıklamalar yapmasının ardından, ajanslara bugün düşen haberde Obama Netenyahu’nun İran hakkındaki açıklamalarına yönelik gürültü ifadesini kullandı. (Bir başka fıkra gibi özel konuşmada, Sarkozy, yanılmıyorsam İngiltere Başbakanı Cameron’a, Netenyahu için ‘Bunun yalanlarından bıktım’ demişti)  Obama, dört senelik başkanlık kariyerinde İsrail’e en açıktan cephe aldığı zamanın seçim arefesi olmasını kendime izah edemiyorum, ama eğer bu gerçek bir paradigma değişikliğine evrilirse, İsrail’in fütursuzluğunun sonu gelebilir.

Kaynakça:
Noam Chomsky- Ilan Pappe Yaşamla Ölüm Arasında Gazze- Dünden Bugüne Filistin Sorunu
NTV Tarih Temmuz 2010 Sayısı özel eki. (Kapaklarında İsrail’in yaptığının devlet terörü olduğunu ilanen duyurmasındaki cesaret, takdire şayandı gerçekten…)


Hiç yorum yok: