27 Eylül 2012

Sürmelim'in Keledoş'u


Taha, iki yıl önce terk etti Ankara’yı. Anasını beraberce götürüp Başkale’ye gömdükten sonra, buralara iki yıl dayanabildi. Varını yoğunu bir hafta içinde elden çıkardı, iki çocuğunu ve karısını aldı, çok uzaklara gitti. Bir daha geri dönmemek üzere.

Lastikçiydi. 1994 yılıydı; öyle hatırlıyorum. İşi götüremeyecek kadar yaşlanmış Kızılcahamamlı Lütfü Ağbi’den, ehven bir hava parasıyla dükkânı devralıp bana komşu olduğunda, bütün suskun ve kederli havasına rağmen, çabuk kaynaştık. Benimle tribüne gelecek kadar da futbolu sever olmuştu. Büyük oğlu Derviş’i Gençlerbirliği’nin altyapısına yazdırdığımız gün, oğlundan daha sevinçliydi. Kırmızı-siyah, ne de olsa Vanspor’un da renkleriydi. İyi esnaf, çok iyi adamdı. Çok uzaklarda bu yazıyı okuyacak olursa, biliyorum bana çok kızacak.

İlk yıllarda Taha, ne zaman Ankara’da bir asker cenazesi kalksa, tuhaf bir mazeret uydurarak ortadan kaybolur, benden birkaç saatliğine dükkâna göz kulak olmamı isterdi. Şaşırır, bir anlam veremez, nedense soramazdım. Ailece daha seyrek görüşürdük. Ama anası Sürme’yi iki-üç günde bir görmesem rahat edemezdim. Meşrutiyet Caddesi’nin yukarılarında, Kocatepe Camii’ni arka cepheden gören bir apartmanın altı üstlü iki dairesinde oturuyorlardı. Taha, dertleştiğimiz bir gün, aynı evde oturmaya anasını bir türlü ikna edemediğini anlatmıştı. Sürme’yi tanıdıkça, onu bir şeye ikna etmenin imkânsız olduğunu ben de anladım.

Yemeklerine hastaydım. Öğlen olduğunda, bir bahane yaratıp Taha’nın yanına geçer, o sihirli; “Erkan Ağbi, anamda yiyip gelelim mi” lafını duymak isterdim. Bazen bizim çıraklardan birini gönderip yemek getirtirdik. Giderek, ben de iyice arsızlaştım. “Sürmelim, oğlun gelir mi bilmem, ben yemeğe geliyorum” demeye başladım. Ona ilk kez ‘Sürmelim’ dediğimde, karıma yıllar önce ilk kez, Beşevler’de bir pastanede ‘Seni seviyorum’ dediğim günkü boğuşmamı hatırladım. Dış sahada idmandan çıkmıştım. Aynı ‘siyaset’tendik. Buluşup konuşmamız gereken ‘önemli şeyler’ vardı. Pastaneye bir saat önce gelmiştim, ama her geçen dakika bana, onun gelmeyeceğine dair umutsuzluk aşılıyordu. Geldi, karşımda oturdu ve yarım saat lüzumsuz yere siyasi gelişmelerden ve örgütün mükemmel tahlillerinden bahsettim ona. Limonata bardağı elimde, kıvranıp duruyordum. Hayat, gelip bir ana takılmıştı. Ya uçup gidecektim ya da düşüp bitecektim. Uçup gittim.

Taha’nın anasıyla da bir sınırı aşmak istiyordum. Taha’yla kulis filan yapmadan bir kuşluk vakti açtım telefon, ‘Sürmelim’ diye lafa girdim. Sesimi tanıyıp, “Söyle Şeytan” dedi. Bu kadar çabuk teslim olacağını tahmin etmemiştim. Galiba “Bir gün sadece benim için bir yemek yap da geleyim” gibi bir cümle kurmuşum ki, “Yarın gel, sana keledoş yapacağım” dedi.

Evin mutfağı, Kocatepe Camii’ne yukarıdan bakıyordu. Sürmelim, tabağımı silme keledoş doldurmuş, ama sürekli buzdolabından bir şeyler çıkarıp koyup, ısrarıma rağmen masaya oturmamakta direniyordu. Göz ucuyla, mutfağın ucundan cami avlusunu kesiyordu. İki-üç dakika kayboldu, tertemiz bir kıyafetle önüme dikilip, “Şeytan” dedi, “sen kapıyı çekip gidersin, ben camiye gidip geliyorum.” Bir deprem gibi nerdeyse her şey birden olmuştu. Usulca kapanan kapının sesini duydum, yemeğimi bitirmeden masadan kalktım. Mutfaktan camiye doğru bakınca, avludaki asker kalabalığından, ama asıl fora edilen bayraklardan, Kocatepe’den asker cenazesi kalkacağını anladım. Hemen evden çıktım. Asansörü beklemeden yedi kat merdivenleri indim. Sürmelim’i Beğendik’in önünde yakaladım. Hiçbir şey sormadım. Beni görünce o da bir şey demedi. Koluna girerek merdivenlerden avluya çıktık. Bayraklar ve ‘Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez’ sloganları arasından, bildiği bir yere doğru gider gibiydi. Sonra bana, ‘bir bakışta anayı bulma’ tecrübesini uzun uzun anlattı. Ağlayan bir sürü kadının arasından birine sarıldı. Biraz uzak kalmıştım. Bir şeyler söyledi. Duyamadım. Avludan çıktık, merdivenleri indik, Mithatpaşa Caddesi’nden Meşrutiyet’e dönerek eve geldik.

Taha’nın bazı öğle vakitleri ortadan neden kaybolduğunu o gün anladım. Sürmelim’in Kocatepe’den hiçbir asker cenazesini kaçırmadığını, yüreğim sıkışarak öğrendim.

Bir daha keledoş yiyemedim. Sürmelim anladı mı ne, o da bana bir daha keledoş yapmadı.

Sonra bir gün Sürmelim’i Başkale’ye götürdük. Oraya bıraktık. Cenaze kalabalığı dağıldı. Taha’yı bir ara mezarlığın ucuna doğru bir yerde gördüm. Yeğenler, hısımlar bir mezarın başındaydılar. Ben onlara doğru giderken, onlar bana doğru geliyordu. Şehmus’dan öğrendim orada yatanın Taha’nın kardeşi olduğunu. Orhan’ı dağdan getirip oraya bıraktıklarını. Taha’nın bunu yıllarca benden neden sakladığına dair bir sitem geldi aklıma. 

Sonra kendimden utandım. Başkale’den döndükten sonra, nerede bir asker cenazesi görsem, Sürmelim’in bir kadına sarılan o görüntüsü geliyor gözümün önüne.  O anaya söylediği, benim duyamadığım seslerle çarpışıyorum.

O sesler arasında, Orhan’la 100 metre berisinde yatan anasından, benim Sürmelim’den
artık esirgenmeyecek bir söz arıyorum.

( Radikal'de Erkan Goloğlu'nun 15 Ağustos 2009'da çıkan yazısı)

Hiç yorum yok: