Taha, iki yıl önce terk etti Ankara’yı. Anasını
beraberce götürüp Başkale’ye gömdükten sonra, buralara iki yıl dayanabildi.
Varını yoğunu bir hafta içinde elden çıkardı, iki çocuğunu ve karısını aldı,
çok uzaklara gitti. Bir daha geri dönmemek üzere.
Lastikçiydi. 1994 yılıydı; öyle hatırlıyorum. İşi
götüremeyecek kadar yaşlanmış Kızılcahamamlı Lütfü Ağbi’den, ehven bir hava
parasıyla dükkânı devralıp bana komşu olduğunda, bütün suskun ve kederli
havasına rağmen, çabuk kaynaştık. Benimle tribüne gelecek kadar da futbolu
sever olmuştu. Büyük oğlu Derviş’i Gençlerbirliği’nin altyapısına yazdırdığımız
gün, oğlundan daha sevinçliydi. Kırmızı-siyah, ne de olsa Vanspor’un da
renkleriydi. İyi esnaf, çok iyi adamdı. Çok uzaklarda bu yazıyı okuyacak
olursa, biliyorum bana çok kızacak.
İlk yıllarda Taha, ne zaman Ankara’da bir asker
cenazesi kalksa, tuhaf bir mazeret uydurarak ortadan kaybolur, benden birkaç
saatliğine dükkâna göz kulak olmamı isterdi. Şaşırır, bir anlam veremez,
nedense soramazdım. Ailece daha seyrek görüşürdük. Ama anası Sürme’yi iki-üç
günde bir görmesem rahat edemezdim. Meşrutiyet Caddesi’nin yukarılarında,
Kocatepe Camii’ni arka cepheden gören bir apartmanın altı üstlü iki dairesinde
oturuyorlardı. Taha, dertleştiğimiz bir gün, aynı evde oturmaya anasını bir
türlü ikna edemediğini anlatmıştı. Sürme’yi tanıdıkça, onu bir şeye ikna
etmenin imkânsız olduğunu ben de anladım.
Yemeklerine hastaydım. Öğlen olduğunda, bir bahane yaratıp Taha’nın yanına geçer, o sihirli; “Erkan Ağbi, anamda yiyip gelelim mi” lafını duymak isterdim. Bazen bizim çıraklardan birini gönderip yemek getirtirdik. Giderek, ben de iyice arsızlaştım. “Sürmelim, oğlun gelir mi bilmem, ben yemeğe geliyorum” demeye başladım. Ona ilk kez ‘Sürmelim’ dediğimde, karıma yıllar önce ilk kez, Beşevler’de bir pastanede ‘Seni seviyorum’ dediğim günkü boğuşmamı hatırladım. Dış sahada idmandan çıkmıştım. Aynı ‘siyaset’tendik. Buluşup konuşmamız gereken ‘önemli şeyler’ vardı. Pastaneye bir saat önce gelmiştim, ama her geçen dakika bana, onun gelmeyeceğine dair umutsuzluk aşılıyordu. Geldi, karşımda oturdu ve yarım saat lüzumsuz yere siyasi gelişmelerden ve örgütün mükemmel tahlillerinden bahsettim ona. Limonata bardağı elimde, kıvranıp duruyordum. Hayat, gelip bir ana takılmıştı. Ya uçup gidecektim ya da düşüp bitecektim. Uçup gittim.
Taha’nın anasıyla da bir sınırı aşmak istiyordum.
Taha’yla kulis filan yapmadan bir kuşluk vakti açtım telefon, ‘Sürmelim’ diye
lafa girdim. Sesimi tanıyıp, “Söyle Şeytan” dedi. Bu kadar çabuk teslim
olacağını tahmin etmemiştim. Galiba “Bir gün sadece benim için bir yemek yap da
geleyim” gibi bir cümle kurmuşum ki, “Yarın gel, sana keledoş yapacağım” dedi.
Evin mutfağı, Kocatepe Camii’ne yukarıdan
bakıyordu. Sürmelim, tabağımı silme keledoş doldurmuş, ama sürekli
buzdolabından bir şeyler çıkarıp koyup, ısrarıma rağmen masaya oturmamakta
direniyordu. Göz ucuyla, mutfağın ucundan cami avlusunu kesiyordu. İki-üç
dakika kayboldu, tertemiz bir kıyafetle önüme dikilip, “Şeytan” dedi, “sen
kapıyı çekip gidersin, ben camiye gidip geliyorum.” Bir deprem gibi nerdeyse her şey birden
olmuştu. Usulca kapanan kapının sesini duydum, yemeğimi bitirmeden masadan
kalktım. Mutfaktan camiye doğru bakınca, avludaki asker kalabalığından, ama
asıl fora edilen bayraklardan, Kocatepe’den asker cenazesi kalkacağını anladım.
Hemen evden çıktım. Asansörü beklemeden yedi kat merdivenleri indim. Sürmelim’i
Beğendik’in önünde yakaladım. Hiçbir şey sormadım. Beni görünce o da bir şey
demedi. Koluna girerek merdivenlerden avluya çıktık. Bayraklar ve ‘Şehitler
Ölmez Vatan Bölünmez’ sloganları arasından, bildiği bir yere doğru gider
gibiydi. Sonra bana, ‘bir bakışta anayı bulma’ tecrübesini uzun uzun anlattı.
Ağlayan bir sürü kadının arasından birine sarıldı. Biraz uzak kalmıştım. Bir
şeyler söyledi. Duyamadım. Avludan çıktık, merdivenleri indik, Mithatpaşa
Caddesi’nden Meşrutiyet’e dönerek eve geldik.
Taha’nın bazı öğle vakitleri ortadan neden
kaybolduğunu o gün anladım. Sürmelim’in Kocatepe’den hiçbir asker cenazesini
kaçırmadığını, yüreğim sıkışarak öğrendim.
Bir daha keledoş yiyemedim. Sürmelim anladı mı ne, o da bana bir daha keledoş yapmadı.
Sonra bir gün Sürmelim’i Başkale’ye götürdük. Oraya bıraktık. Cenaze kalabalığı dağıldı. Taha’yı bir ara mezarlığın ucuna doğru bir yerde gördüm. Yeğenler, hısımlar bir mezarın başındaydılar. Ben onlara doğru giderken, onlar bana doğru geliyordu. Şehmus’dan öğrendim orada yatanın Taha’nın kardeşi olduğunu. Orhan’ı dağdan getirip oraya bıraktıklarını. Taha’nın bunu yıllarca benden neden sakladığına dair bir sitem geldi aklıma.
Sonra kendimden utandım. Başkale’den döndükten sonra, nerede bir asker cenazesi görsem, Sürmelim’in bir kadına sarılan o görüntüsü geliyor gözümün önüne. O anaya söylediği, benim duyamadığım seslerle çarpışıyorum.
O sesler arasında, Orhan’la 100 metre berisinde yatan
anasından, benim Sürmelim’den
artık esirgenmeyecek bir söz arıyorum.
artık esirgenmeyecek bir söz arıyorum.
( Radikal'de Erkan Goloğlu'nun 15 Ağustos 2009'da çıkan yazısı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder