
"Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız." Oğuz Atay - Günlük
24 Eylül 2010
18 Eylül 2010
Turistik Bir Barselona Gezisi için 'n' Aktivite Önerisi (Hürriyet Kafası)
“Mes que un club” ve Messi'yi dünya gözüyle gör: İlla bizim gibi şampiyonluk maçına gitmek zorunda değilsiniz canım :) futbol dininin kutsallarından Camp Nou'da Barcelona'yı yerinde izlemek de bir futbol fanatiğini tatmin etmek için yeterli olmalı. Yiğiter Uluğ bir yazısında Barcelona'dan şöyle bahseder: “Bir kulüpten daha fazlası olmak FC Barcelona’nın düsturudur ve Barça ile kı
La Boqueria'da deniz kabuklusu ye: Ben yemem, sen istiyosan ye :) La Rambla üzerinde atıştırmalık uğrayabileceğiniz, manavlardan ve deniz ürünü satan yerlerden müteşekkil bir pazar burası. Şehrin tamamında, tapas tarzı atıştırmalıklarla beslenme alışkanlığı var, tapasların içinde kalamar da bir seçenek. Kalamar zaten şehirde son derece mebzul ve ekonomik, benim gibi her gün kalamar yese canı sıkılmayacak biri için de bu durum bulunmaz nimet. Az sayıda Avrupa şehri arşınlamış biri olarak, Barselona'nın tüm Avrupa içinde damak tadını en beğendiğim şehir olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. (Paella'yı beğenmedim yalnız, fakat onun da hastası çok, benim deniz kabuklularıyla aram genel olarak iyi değildir, o yüzden sizi yanıltmayayım...)
Avrupalı gibi sokak sanatçılarını izle, Türk gibi para verme: Bence şehrin sokak sanatçılarının performanslarının varlığı, çeşitliliği ve bunların kaliteleri, bizatihi şehrin modernliğinin/gelişmişliğinin kıstası, La Rambla'nın iki tarafına dizilmiş sokak sanatçılarına bakarak, Barselona'nın durumunun hiç de fena olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim...
Faşizmin kurşunlarını gör: Şehrin beni en çok etkileyen özelliklerinden biri, bir soğanın halkaları gibi çok katmanlı yapısı, her bir halkada tarihin farklı zamanındaki halini aynen muhafaza ettiğini şaşırarak görüyorsunuz. Yani bu şehirde tarihi binalar sadece aynen korunmamış, bundanayrı olarak, onların bulunduğu çevre, mahalle, sokaklar, şehir yapısı da günümüze aktarılmış. Soğanın halkalarından biri (cücüğü değil!) Jewish Quarter ismiyle müsemma, Ortaçağ'daki Yahudi gettosunu barındıran, dar sokaklı, halen faal sinagogları bulunduran mahalle. Bunun yanında, Roma surlarını içeren başka bir halka, daha farklı bir mimariyle karşımıza çıkıyor. İşte bu kesişimlerin birinde, Franco'nun muhaliflerini kurşuna dizdiği meydanı ve adını anımsayamadığım kilisenin duvarındaki kurşun izlerini görmeniz mümkün.
Catedral de Barselona'da bir mozayiğe sessizce bak: Şehrin bu en büyük katedrali, klasik Ortaçağ katedrallerinin izlerini taşıyor, şapellerdeki detaylar, camlardaki işlemeler, hepsi yerli yerinde...
Sagra da Familia'nın azametine bakarken bitmiş halini hayal et: Meraklısı olan bilir, Gaudi, şehrin en önemli sembollerinden, son derece mütevazı, derbeder ve üretken geçen sanatçılık yaşamı boyunca, bir Barselona meftunu olarak, sadece şehre hizmet etmiş, haklı ününü bu uğurda kazanmış birisi. “Ustalık eseri” olarak adlandırdığım Sagra da Familia, devasa ölçekte natamam bir yapı, ardılları, öğrencileri tarafından bitirilmeye çalışılmış, hala çoğu Barselonalı yerel sanatçı tarafından kollektif bir eforla üzerinde hummalı bir çalışma yürütülüyor. Dış yüzündeki her bir Gotik heykel, figür Hristiyan tarihindeki bir olayı anlatıyor, detaylarına bakmaktan ve gezmekten yorulduğunuz bir yapı bu. Benim önünde durduğum bir fotoyu seçmemin sebebi size ölçekleme imkanı vermek ki binanın azameti hakkında bir fikriniz olsun.
Casa Mila'nın tepesinde fotoğraf çek: Üstadın kalfalık eseri, yine o farklı tarzı, yaratıcılığı, kullandığı malzemeler, yapılarındaki çizgilerle Gaudi'nin imzası olduğu her halinden belli bir eser...
Park Guell'deki satıcılardan bir hediye al: Şehrin görece dışında yine Gaudi'nin birkaç -zannımca çıraklık!- eserini barındıran büyük bir park burası da, iki adet evi Hansel ve Gratel'deki çikolatadan evlere benzetmiştim. Gaudi'nin yapıları için laf edersem çarpılırım, fakat parkın kendisi için beklentiyi fazla yükseltmemekte fayda var, yine de Park Guell, Sagra da Familia'ya birlikte şehrin en meşhur iki sembolüdür diyebiliriz...
Universitat de Barcelona'nın kampüsüne gir: Şehrin merkezinde, yeşillikler içinde çok uzun cepheye sahip bir kampüs, bunun da fotosunu çekemedim, gugıldan yardım aldım.
Palau de la Musica'da performans izle: Biz buranın ne kadar muhteşem bir bina olduğunu öngöremediğimiz için yapamadık, siz mutlaka yapın. İçinde fotoğraf çekilmesine izin verilmeyen, saat başı yapılan rehberli turlarla gezebileceğiniz, UNESCO kültür mirasın içinde yer alan bu yapı için internetten bir fotoğraf koyuyorum, kısmetse bir sonraki Barselona gezimde yapılacak işlerin başında orada bir performans izlemek var.
Catwalk'a damsız gir: İkiden önce gitmeyin diyeceğim, sakalımız yok sözümüzü dinleyen olmaz, şehrin en büyük bu ikinci pavyonu, gece iki ila dört arasında daha faal. Gerçi dörtte çıktığımızda sıra vardı, Allah akıl fikir versin, ne diyelim. Ben genel olarak ne Catwalk'u ne de yanındaki Opium'u İstanbul'daki barlarla yarışacak kalitede buldum, ama eksik kalmayın, burayı da görün. Şehrin en büyük diskosu Razz Mataz'sa şehir dışındaymış, orası da artık bi dahaki sefere kısfmetse (Saint-Gut Free bu paragraf benden sana gelsin)
15 Eylül 2010
Havaalanları Şehre Dahil
Bagajımı yanına alan biri olarak sadece uçağa binerken havaalanında bekler, inişte direk evime koyulurum. İstanbul ölçeğinde bunun anlamı, bu şehirden (genelde tatil gibi hayırlı bir iş için) uzaklaştığım için, bir teneffüs vaadidir. Yani ben İstanbul Atatürk Havaalanı'nda geçirdiğim vaktin çoğunda bu şehirden uzaklaşmayı beklediğim için şehrin keşmekeşini, düzensizliğini, altyapı eksikliğini şaşırtıcı biçimde yansıtan bu havalaanını severim, çünkü burada geçirdiğim her dakikada bu hayatımdan bir süreliğine kurtulmaya daha da yaklaşıyorumdur. İzmir'e indiğimdeyse derhal gideceğim yere (Kuşadası veya İzmir'deki evim) yollandığım için, orada geçirdiğim vaktin çoğu dönüş yolu içindir, yani tatilim bitmiş, elimde bir kitap, bayram veya tatil dönüşü olduğu için kös kös rötar üstüne rötar yiyen uçağı beklerken, takriben on iki saat sonra işte olacağımı düşünür, hat safhada bir asap bozukluğu yaşarım (Alışmak için tatilin son gününü İstanbul'da geçirmek mi, sağolun ben almayayım). Bu sırada havaalanının geri kalmışlığı, köhneliği ve ufaklığı gözüme bir daha çarpar, havaalanının büyüklüğüyle şehrin gelişmişliği arasında kendi kafamda kurduğum tezi bir kez daha hatırlar, kendi kafamda bir İstanbul İzmir kıyasına daha girerim... (Paradoksu fark etmişsinizdir, aslında İzmir Havaalanı'nın tek kabahati beni çok sevdiğimi yerli yersiz zikrettiğim İstanbul'a götürmektir)
İlk yurtdışı uçuşum, kardan uçakların kalkmadığı iki günün akabininde 2006 kışında Kopenhag'a olmuştu. Şu an Migros'larda bile mevcut olan içe doğru açılan sensörlü kapıları ilk kez orada görüp kendimi Magneto
Lafı çok dolaştırdım, niye bu yazıyı bu vakitte yazdığımı hala merak eden kalmış mıdır? Bir tesadüf... Daha önce yazlıktan arkadaşlarımla aynı uçağı birbirimizden habersiz seçtiğimiz birden çok kez vakiydi, hadi onlar neyse de, biriyle rastlaşmanın gerçeküstü bir hali, ilahi bir takdir olduğuna mutaassıp bir biçimde inanan biri olarak, benle bir daha görüşmeyeceğine yemin billah etmiş birini bunun üstünden 24 saat geçmeden, check-in'den geçtikten sonra yüzünde hınzır bir gülümsemeyle bana doğru gelirken görmem bunlardan daha aşkın bir durumdu... Eh bu da İstanbul Atatürk Havaalanı'ndan başka yerde olmazdı, o şahane dizeden apartacak olursak, havaalanları da şehre dahil zira.
13 Eylül 2010
Şehir Kıyaslaması İçin Bir Girizgah
Orhan Pamuk: Ömer Seyfettin'in "Ben Gönen'de doğdum" demesi gibi. Sen de "Ben Moda'da doğdum" diyorsun. Biliyorsun edebiyatımızda böyle cümleler var.
MB: Moda'da doğdum demiyorum. Moda'da büyüdüm diyorum dikkat edersen, çünkü doğum yerim öyle çok şey değil.
OP: Ankara'da mı doğdun yoksa?
MB: Evet.
OP: Bunu söylemeseydin daha iyi olurdu be Murat!
MB: Zorunlu olmadıkça söylemiyorum zaten.
(Murat Belge ile Nişantaşı Üzerine Sohbet, Manzaradan Parçalar-Hayat, Sokaklar, Edebiyat)
7 Eylül 2010
Uçar gider
5 Eylül 2010
Bir Kebapçı Hikayesi
Bir kere toplu taşımayla gelinmesi kolay bir yer, metronun ve tramvayın Yusufpaşa ayağında yüz metre mesafesinde, tipik bir Urfa kebapçısı burası. Kız arkadaşlarımızı götürdüğümüz vakidir, bununla birlikte, tahta sandalyelerde alçak masalarda oturduğunuz, içerde devamlı Kazancı Bedih veya İbo'nun türkü kasetlerinin döndüğü salaş bir mekan aslında. İkramlarının bolluğu, künefesinin kıvamı, servisin hızı, hepsi yerli yerinde (bir kebap seç deseniz patlıcanlı kebap derim), İstanbul'da en iyi servis aldığım yerler arasında açık ara kafaya oynayacağını defalarca gitmiş biri olarak söyleyebilirim, ve işin en güzel tarafı, ben orada tanınan bir müşteri olmadığım halde alıyorum bu hizmeti. Mesela geçen hafta masada ne var ne yok silip süpürdükten sonra, biz istemediğimiz halde önümüze bir porsiyonluk daha karışık kebap koyan garson çocuk, “abi sen naptın yaa” bakışlarımıza, “sizinki biraz azdı” diye cevap vermişti, bu lafı duyunca dedim “ben burayı yazarım”. Dediğim gibi, bizimkisi amme hizmeti...
http://www.halilibrahimsarksofrasi.com.tr (Kitch mi diyosunuz ne diyosunuz, site tasarımı öyle biraz)
Adres: Sofular Mah. Sofular Cad. Aksaray/İST
Tel: (212) 621 77 32 - 33
1 Eylül 2010
Bir Niyetlinin İftar Anındaki Endişesi
Çok insani bir duygudan bahsediyorum aslında, tek bir soruya indirgenebilecek felsefi bir problemden: Ezan okundu mu acaba, tıkınmaya başlayabilir miyiz? Aslında ne kadar pozitif ilmin ilgi alanında olan bir soru değil mi, halbüse oruç kafasına haiz birisi için bu soruya olumlu cevap verilse de bir tereddütün akıldan geçmesi mukadderdir. Emin olmanın yolu tabi ki ezanı bilfiil duymak, veya ramazanda şerefelerde yanan kandilleri görmektir, eh İstanbul gibi görüş alanınızda cami olması muhtemel bir şehirde bu tatbiki çok da zor olmayan bir eylemdir. Gün içinde birkaç kere telefonu çalmış olabileceği zannıyla beyhude yere telefonunu kontrol eden benim gibi biçareler içinse artık algının ve dış dünyayla iletişimin iyice yavaşladığı bir an olan iftar vaktinde, beş duyuya (bile) itimat olmaz, hissiyat çok bariz değilse sağlama metoduna gidilir: Televizyon takip edilir (TRT'nin iftar programına bağnaz bir itikadım olduğunu itiraf edeyim, sanki sorsalar öbür tarafta “kardeşim ben devleti tanırım” deyince akan sular duracak), dışarıda iftar açılıyorsa mutlaka mekanın ekserisinin ağza hurmayı attığından emin olunur (ama o başlattı kafası), baktık iftar için seçilen mekan fazla seküler, pimpirikliğinden sual olunmayan bir arkadaşın arandığı da vakidir. Hepsi bu kadar saatlik emek mundar olmasın, iki dakika daha bekleyelim, garanti olsun şüpheciliğidir.
Kontrol listesindeki bir maddeyi sona sakladım: Saate bakmak. Kontrolü en kolay, fakat mühendislik deyimiyle güvenilirliği (“confidence level”ı) görece düşük bir seçenek. İftar vakti akıldaysa birkaç dakika avansla iftar açılır, yoksa, zaten günlerin gittikçe kısaldığından bahisle saatin yelkovanı akılda kalan son dakikayı vurduğu zaman, hadi Allah kabul etsin. Burada Türk edebiyatının okuduğum en parlak eserlerinden Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü yad etmenin vaktidir, Tanpınar bu kitabı, Beşiktaş'ta bir vapuru kendi saatinin saat kulesindeki saatten farklı olmasından mütevellit kaçırmasından ilham alarak yazmıştır. Kitapta, Nuri Efendi bu durumun sakıncasını şöyle anlatır: İyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Kitabın ana kahramanı, bu “tehlike”nin farkına varınca, bu uğurda kafayı sıyırıp, bir enstitü kurmaya kalkışır. Ben de, Einstein'ın görelilik kuramına kafamın basmamasının da etkisiyle, oruçken değil ama, biraz kafam normale döndükten sonra, bazen bu şahane eseri tebessümle hatırlar, kendime şu soruyu sorarım: Ya saatim doğruyu göstermiyorsa? Yine de, Mihrimah Sultan'ın avlusundan çektiğim bu fotoğraf, yaşadığım dönem itibarıyla şanslı olduğumun ispatıdır, eski zamanlarda yaşasaymışız, gölge peşinde koşmak zorunda da kalabilirmişiz.
