Ne var bunda metus, iki sene geçti üstünden, ben sen daha o zaman unuttun sanmıştım...
Ben iki buçuk yaşımda konuşmaya başlamışım, yani nerdeyse yürümeye başladığım zaman, o zamana kadar ağzımdan çıkan anlamlı sözcükler bir iki kelimeden ibaretmiş. Annemler doktora falan götürmüşler hatta korkup, aah beni yirmi altı yaşımdayken bile İstanbul'a yollarken gözleri dolan annem... Sanırım ifademizin kıtlığı oradan mütevellettir. Yukarıdaki lafı duyup, bir mahcubiyet, acziyet ve eziklikle onun suratına bakamadığım her anda, kafamı kaşıyıp, gözümü ondan kaçırıp iki kelimeyi bir araya getiremedikçe çok aşina olduğum bir mizanseni anımsadım: Çocukken oyuncağım elimden alındığında, bir oyunda kaybettiğimde, ne bileyim aile bireylerine laf geçiremediğimde veya Beşiktaş yenildiğinde, derdimi anlatamamanın, kendimi ifade edememenin azabıyla ve asabıyla, bir sinir krizine girip, boğazımı tırnaklarımla çizdiğim, suratımın kıpkırmızı olduğu, bas bas bağrınıp iki dudağımın arasından anlamsız lafların çıktığı zamanlar gözümün önüne geldi. Haklıyken basiretimin bağlanıp o vurucu lafı bir türlü edememin yarattığı hayal kırıklığı öfkemi kendime döndürürdü, o meşum her derde deva laf nasıl oluyordu da olay tamamen soğuduktan, aradaki tüm diyaloglar, tüm detaylar benim beynimde tekrar tekrar vücut bulduktan sonra aklıma geliyor, beni tüm bu yenilmişlik duygusu yetmezmiş gibi bir de “ah kafama sıçayım, keşke şunu deseydim” duygusuyla baş başa bırakıyordu? “Demek ki, onca yıl boyunca okuduğun kitaplar, aldığın notlar, izlediğin altı yüz küsur film, sağa sola çiziktirdiklerin falan hepsi hikayeymiş metus.” Sen kimsin? “Sağduyun” Reklam değil miydi o? “Vicdanınım o zaman, yeteri kadar vurucu oldu mu?” Bir içimizde konuşan adam eksikti ak.
Bak o da Boğaziçili, o tanışmak istedi seninle.
Aman ne güzel, Boğaziçili olduğunu baştan söyleseydin keşke. Sanki birinci yurdu ben restore ettim anasını satiim. Şimdi bu durumun o çocukla değil, benimle ilgili olduğunu nasıl anlatsam, gözümün önüne ikinizin yan yana geldiği bir sahne gelince, o ekranı tuz buz etme ihtiyacının peydah olduğundan nasıl bahsetsem, benim ne kadar fesat, kendini düşünen bir adam olduğunu anlayamayacak kadar iyi niyetli birine. “Hiç aranmasan, hiç haber almasan daha mı iyi metus? Eğer öyleyse, buluşmamanı telkin edenleri dinleseydin” Bunu yapamam. Maalesef. Ona ben bile hak etmediği şekilde davranamam.
Yani n'olacak, aynı durumda ben olsam, hiç rahatsız olmam, senin hayatında da bundan sonra bir kız olacak elbette...
Vay babayn kemii sayın seyirciler, bu ihtimal bizim için tuttuğumuz takımın Avrupa şampiyonu olması gibi, bir gün olmaması için bir sebep olmayan, fakat fakir taraftarının ömrü boyunca hayal etmesi gereken yarı ütopik bir durum demek ki. “Sen nası bir malsın olm? Noldu senin kaderciliğin? Hm, bu kadar mı zor başına gelenle yaşamak?” “Hem bak unutma, seni öldürmeyen her şey, şaapar. Güçlendirir.” Abi ben o lafı öldürmeyen Allah öldürmez diye biliyodum... “Kendi yabaniliğini ona fatura etme istersen.” “Hem... biraz ayıp olmuyor mu aranızda olan biteni buraya dökmek, nerde kaldı senin ketumluğun?"
İşte o kendini ifade edememenin verdiği öfke yine içimi kapladı. Kendime bile laf anlatamıyorum, kaldı ki ona anlatayım. Ne diyebilirim, Hasan Cemal'in dediği gibi Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım. En iyisi biraz kafayı dağıtmak, aa bak A Takımı da varmış, iftara kadar vakit geçer... Peki niye kendimi eskiden Kuşadası'nda kışın yapacak bir şey kalmadığı için günübirlik İzmir'e gidip, üç film izleyip dönen arkadaşlarım gibi hissediyorum? “Salak vaadin bir hafta bile sürmedi metus, o eski karanlık, uğursuz yazılarına bir yenisini eklemekten kendini alamadın yine.” Napalım, yazmazsam olmazdı, hoşbulduk tekrardan...
Ben iki buçuk yaşımda konuşmaya başlamışım, yani nerdeyse yürümeye başladığım zaman, o zamana kadar ağzımdan çıkan anlamlı sözcükler bir iki kelimeden ibaretmiş. Annemler doktora falan götürmüşler hatta korkup, aah beni yirmi altı yaşımdayken bile İstanbul'a yollarken gözleri dolan annem... Sanırım ifademizin kıtlığı oradan mütevellettir. Yukarıdaki lafı duyup, bir mahcubiyet, acziyet ve eziklikle onun suratına bakamadığım her anda, kafamı kaşıyıp, gözümü ondan kaçırıp iki kelimeyi bir araya getiremedikçe çok aşina olduğum bir mizanseni anımsadım: Çocukken oyuncağım elimden alındığında, bir oyunda kaybettiğimde, ne bileyim aile bireylerine laf geçiremediğimde veya Beşiktaş yenildiğinde, derdimi anlatamamanın, kendimi ifade edememenin azabıyla ve asabıyla, bir sinir krizine girip, boğazımı tırnaklarımla çizdiğim, suratımın kıpkırmızı olduğu, bas bas bağrınıp iki dudağımın arasından anlamsız lafların çıktığı zamanlar gözümün önüne geldi. Haklıyken basiretimin bağlanıp o vurucu lafı bir türlü edememin yarattığı hayal kırıklığı öfkemi kendime döndürürdü, o meşum her derde deva laf nasıl oluyordu da olay tamamen soğuduktan, aradaki tüm diyaloglar, tüm detaylar benim beynimde tekrar tekrar vücut bulduktan sonra aklıma geliyor, beni tüm bu yenilmişlik duygusu yetmezmiş gibi bir de “ah kafama sıçayım, keşke şunu deseydim” duygusuyla baş başa bırakıyordu? “Demek ki, onca yıl boyunca okuduğun kitaplar, aldığın notlar, izlediğin altı yüz küsur film, sağa sola çiziktirdiklerin falan hepsi hikayeymiş metus.” Sen kimsin? “Sağduyun” Reklam değil miydi o? “Vicdanınım o zaman, yeteri kadar vurucu oldu mu?” Bir içimizde konuşan adam eksikti ak.
Bak o da Boğaziçili, o tanışmak istedi seninle.
Aman ne güzel, Boğaziçili olduğunu baştan söyleseydin keşke. Sanki birinci yurdu ben restore ettim anasını satiim. Şimdi bu durumun o çocukla değil, benimle ilgili olduğunu nasıl anlatsam, gözümün önüne ikinizin yan yana geldiği bir sahne gelince, o ekranı tuz buz etme ihtiyacının peydah olduğundan nasıl bahsetsem, benim ne kadar fesat, kendini düşünen bir adam olduğunu anlayamayacak kadar iyi niyetli birine. “Hiç aranmasan, hiç haber almasan daha mı iyi metus? Eğer öyleyse, buluşmamanı telkin edenleri dinleseydin” Bunu yapamam. Maalesef. Ona ben bile hak etmediği şekilde davranamam.
Yani n'olacak, aynı durumda ben olsam, hiç rahatsız olmam, senin hayatında da bundan sonra bir kız olacak elbette...
Vay babayn kemii sayın seyirciler, bu ihtimal bizim için tuttuğumuz takımın Avrupa şampiyonu olması gibi, bir gün olmaması için bir sebep olmayan, fakat fakir taraftarının ömrü boyunca hayal etmesi gereken yarı ütopik bir durum demek ki. “Sen nası bir malsın olm? Noldu senin kaderciliğin? Hm, bu kadar mı zor başına gelenle yaşamak?” “Hem bak unutma, seni öldürmeyen her şey, şaapar. Güçlendirir.” Abi ben o lafı öldürmeyen Allah öldürmez diye biliyodum... “Kendi yabaniliğini ona fatura etme istersen.” “Hem... biraz ayıp olmuyor mu aranızda olan biteni buraya dökmek, nerde kaldı senin ketumluğun?"
İşte o kendini ifade edememenin verdiği öfke yine içimi kapladı. Kendime bile laf anlatamıyorum, kaldı ki ona anlatayım. Ne diyebilirim, Hasan Cemal'in dediği gibi Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım. En iyisi biraz kafayı dağıtmak, aa bak A Takımı da varmış, iftara kadar vakit geçer... Peki niye kendimi eskiden Kuşadası'nda kışın yapacak bir şey kalmadığı için günübirlik İzmir'e gidip, üç film izleyip dönen arkadaşlarım gibi hissediyorum? “Salak vaadin bir hafta bile sürmedi metus, o eski karanlık, uğursuz yazılarına bir yenisini eklemekten kendini alamadın yine.” Napalım, yazmazsam olmazdı, hoşbulduk tekrardan...
3 yorum:
bunu birkaç kez okumak lazımmış...
Bu hikayedeki kahramanın benim için vaktinde "kafa yapıyon" demişliği var, yazının da öle bi tesiri mi var acaba...
İlk yorum giren talihli olarak blogunuz tarafından sahilde kağıt bardakta çay kazandınız, rüşvette pardon hizmette sınır yok.
kafa mı? hazır yapılmışı var, hal böyleyken okudum tekrar.
tabi, severiz çayı...
Yorum Gönder