6 Ağustos 2011

Ters Köşe

Dün bir arkadaşla laflarken konu 12 filmine geldi, beni harbiden yerime mıhlamış filmlerden biridir, sürpriz bir festival keşfi, dolaylı olarak İstanbul vesilesiyle tanışık olduğum sayısız filmden en ... olanı. Edebi. Rus. Sorgulatıcı. Hakiki. Derken böyle bir derleme yapasım geldi, kıyıda köşede kalmış, adam gibi rağbet görmemiş, benim de öylesine hiçbir beklentim olmadan izlediğim, ama beni derinden etkilemiş filmleri listelemek ve hazır listelemişken bu filmlerin bendeki çağrışımları üzerine laflamak. Sinefil de varsa aranızda, onlara da inceden bi faydamız olmuş olur bu tavsiye niteliğindeki listemle. Düşünüyorum da bu yazıyı yazmak çelişkili bir durum aslında, benim sıfır beklentiyle izlediğim aşağıdaki filmler için ben bu yazıyı yazarak bir beklenti oluşturmuş bulundum sizde, affola. (Sabit uyarı, uyarı sabiti: Mümkün mertebe spoil etmemeye çalışıcam filmleri, bununla birlikte sağım solum belli olmaz, çok kıllanıyosanız fragmanları izleyin geçin derim.)

12:



Sidney Lumet'nin siyah beyaz olarak çektiği 12 Angry Men filmi (müsadenizle çapraşık bir tercümeyle 12 Atar Adam olarak bahsedeceğim kendisinden) bahsetttiği konu ve devrimci tekniğiyle (elin İskandinav'ının baamsız filmler çekme iddiasıyla doktriner bir çıkışla ilan ettiği Dogma tekniğini yıllar yıllar önce sessizce uygulaması vb) sinema tarihinin en kült filmlerinden biri. İşte o filmin arkadaşımın yerinde tesbitindeki gibi, coverlanması sonucu ortaya çıkan 12 filmi, the Return'le birlikte aslında bu yazıyı yazma sebebim hemen hemen. 12, 12 Atar Adam'ın merkeze aldığı hukukta masumiyet karinesi, adaletin temsili gibi tartışmalı konulara mesela Hristiyanlık, mesela Rus-Çeçen gerilimi, mesela Rusya'nın son zamanlarında yaşadığı ekonomik dönüşümün toplumsal izdüşümü gibi hepsi birbirinde çetrefilli konuları da ekleyerek hikayeyi gerçek bir yapboza dönüşüyor. Nikita Mikhalkov'un bu “Dostoyevskiyen” (öle kelime mi olur len) filmini iki buçuk saat boyunca arasız ve nefesim kesilmiş halde izlediğim günü dün gibi hatırlıyorum.

Vozvrashchenie (The Return)

Ama sadece o günü değil, Andrei Zvyagintsev'in bu ilk filmini izlediğim ve Boğaziçi Kütüphanesi'nden rica minnet cd'sini çıkartıp Deniz'e izlettiğim günü de. Vizyona girdiği zaman çeşitli övgülere mazhar olmuş bu film, basit bir baba oğul hikayesini küçük oğlun gözünden anlatırken, ters köşeleri, Tarkovsky'e saygı duruşu niteliğinde kartpostal mahiyetinde sahneleriyle insanı hüzne gark ediyor. Büyük abiyi oynayan aktörün, sanırım sette meydana gelen bir kaza sonucu hayatını kaybetmiş olması da ayrıca trajik bir durum.



Nefes

Bu filmi birçoğunuzun izlediğine eminim, gişe rakamları gerçek bir başarıydı. Bildiğiniz üzere bu da bir ilk film, Levent Semerci'nin yakın geçmişte tartışmalar yaratmış ilk filmi. Daha önce bir vesileyle yazdığım üzere, bu ülkede büyümüş bir erkek olarak, o filmde olan bitenin gerçek olduğunu biliyoruz, sinir bozucu olan, ve filmi güçlü kılan da bu. Benim beklentim açısından da ters köşe bir filmdi Nefes, ben daha hamasi bir film bekliyordum, ama askerlerin ne şartlarda görev yaptığını, onların korkularını, hayata olan bağlılıklarını ve hayattan kopukluklarını göstermesi açısından beni şaşırtmıştı.



Battle for Haditha

Size hiç duymadığınıza gözüm kapalı yemin edeceğim bir hikaye anlatayım: Irak Hadisa'da, Amerikan askerleri bir saldırıya uğrar, mayınlı saldırı sonucu iki Amerikan askeri ölür. Gözü dönmüş Amerikan askerleri misilleme olarak bir eve operasyon yaparlar. Yirmi dört sivil ölür. Silahsız. Çocuk. Kadın. Eş. Kardeş. Bu rezalet bir vesileyle ortaya çıkar. Soruşturma açılır. Bütün bunlar izlemediğinize, adını bile duymadığınıza gözüm kapalı yemin edeceğim bu filmde anlatılır.



The Prestige

Listemin en Holywood yapımı. Elimizde popcornlarla eğlenmelik bir şeyler izleme beklentisiyle gittiydik bu filme ben, Deniz, Sinan. Kanyon'da izlediydik. Ganyonda. Garılarlan. Yok beaa üç saptık, atlamayın hemen. Gecenin bir yarısı film bitmiş, biz Levent'ten yol kenarında konuşa konuşa Akatlar'a kadar gelmişiz, eve dağıldıktan sonra hala birbirimizi “olm şöle de bi şey vardı lan yakaladın mı” diye arıyoduk. Filmi o kadar beğenmiştik ki en balık hafızalımız Deniz'e bile sorsanız abicim, bu hikayeyi hatırlar. Hatırlar derken hee der, olabilir der. Fazla yüz vermez. Sıkılır. Geyiğe sarmaktan filmi anlatmadık yalnız, ters yüzlerle örülü son derece başarılı bir senaryo, görkemli sahneler ve Christian Bale, Michael Caine'ın hazır ve nazır olduğu bir başka Christopher Nolan filmi - her haliyle bir başka.



Kaç Para Kaç

Reha Erdem'in Beş Vakit'ini izlemiş ve beğenmemiştim. Hal böyleyken ulen izlemedi demesinler mahcup oluruz diye öylesine taktığım Kaç Para Kaç harbiden beni çok etkilemişti. Taner Birsel'de vücut bulan, kıt kanaat geçinen, üçün beşin hesabını yapan esnaf tiplemesinin çok gerçek olduğunu yakın çevremden biliyordum. Devamlı artan bir tempoyla ilerleyen ve sonunu kestirmenize rağmen kendini size izlettiren filmde, Tünel'deki sahneler ve vapurda geçen kovalamaca sahnesi harbiden on numaraydı.



Türev

Şaka gibi, filmin ne fragmanı var ne internet sitesi çalışıyor. O derece kıyıda köşede kalmış bir film Türev, nerden bulur izlersiniz bilemem, ben Kanal D'den çıkan DVD'sinden izlemiştim. Yurtdışında operacı (operacı ne len, opera yönetmeni her halde) olarak çalışan Ulaş İnaç'ın bu ilk filmi, kadın erkek ilişkisi üzerine, sanırım Don Kişot'ta geçen bir hikayeyi ters yüz ederek günümüze uyarlıyor. Film, Altın Portakal'da en iyi filmi alınca baya kıyamet kopmuştu. Bilhassa Nazım tiplemesinde yönetmenin umursamaz görünen, çıkarcı, entel havalarındaki erkek karakter eleştirisi ve onun üzerinden verdiği ayar buradan köye yol olur. “the Güreli” ve Deniz'le birlikte, repliklerini dilimize pelesenk ettiğimiz üç Türk filminden biridir- diğer ikisi Her Şey Çok Güzel Olacak ve Vizontele.

Le scaphandre et le papillon (The Diving Bell and the Butterfly)

Yönetmen Julian Schnabel'in gerçek hikayeye dayanan filmi, listemizin Frankafon kontenjanı. Elle dergisi yayın yönetmeni Jean-Dominique Bauby'nin, yakalandığı beyin kanaması sonucu bütün organları işlevsiz hale gelmiş, sadece tek bir gözünü kırpabilmektedir ve sayılı günü kalmıştır. Fakat bilinci hala açıktır ve hayatla olan hesaplaşması henüz bitmemiştir. Gerçek bir hikaye olmasından ötürü olsa gerek iki gün falan filmin tesirinde kaldığımı hatırlıyorum.



The Wrestler

Darren Aronofsky'nin bu modern zaman trajedisinin, ciddi bir sistem sorgulamasını bünyesinde barındırdığını tahmin ediyorum. İtiraf etmek gerekirse Aronofsky pek de hazzettiğim bir yönetmen değildir aslında, Mickey Rourke'un hızlı zamanlarına da yetişemedim, tevellüt yetmez. Fakat filmi beğenmiştim çok, o yıldızların yaldızları söküldüğü zaman parıltısız hallerine görmemize imkan verdiği için, oyuncuların kendi hayatları da filmle paralellik gösterdiği, cast seçimi bu açıdan manidar olduğu için (Sadece Mickey Rourke değil, Marisa Tomei de tam isabet bu anlamda, kendisinin 92'den bir oskarı var!), içerdiği melankoli ve naiflik için... (Bunu yazmasam olmaz, the Ram'in boş zamanlarında kasaplık yapmasının boşuna olmadığıyla ilgili bir yorum okumuştum, hem Mickey Rourke'un hem Tomei'nin karakterleri aslında kendi vücudunu, yani etini satarak hayatta kalmaya çalışıyordu.)



Hiç yorum yok: