NTV Tarih’in
Mart 2012 sayısında anlatılıyordu, Kadifekale civarına (İstanbul analojisiyle nasıl
desek, tam karşılamamakla birlikte, Fatih) yerleşmiş Türk nüfusun, şehrin
merkezine/limana (şehrin Galata’sına) konuşlanmış Gayrimüslüm nüfusa verdiği
isimmiş “Gavur İzmir”. Hala mahallemde faal bir sinagog ila mescit 150 metre
mesafeyle bitişik vaziyette duruyor, şehrin o kozmopolit halindense, eser yok
şimdi. Şehrin camileri dahil önemli binaları İzmir Yangını’nda yanmış, Rumlar
zaten mübadeleyle temizlenmiş. Bu şehir, kaderine ağlasın, nasıl İstanbul
hiçbir zaman trafikten arınmayacaksa, İzmir şehir merkezi de hiçbir zaman tarihi
ve kozmopolit bir yer olmayacak, toplumsal barışına defalarca saldırılmış
İstanbul bile, bu haliyle on kere daha kozmopolit İzmir’den. (Bir başka NTV
Tarih yazısında, Tanzimat zamanında Tire’ye uğramış bir seyyah, şehrin
yarısının gayrimüslim olduğunu yazmıştı, yarısının!) Yollar köprüler,
gökdelenler yapılır yıkılır da, bir şehir kimliğini zedelemeyegörsün…
İzmir’in verdiği
en baskın duygulardan biri kışlık bir şehirde yazlık kafasında yaşamaktır.
Bütün bakımsızlığına rağmen, sırf Kordon, o hissiyatı size yaşatır. Şehir bu
yönüyle, evet samimi söylüyorum, Barselona’ya benzer- gelişmişliğiyle,
mimarisiyle, şehrin merkezinde halka açık plajla değil ama (zira bunların
hiçbiri İzmir’de yoktur) verdiği yazlık yer hissiyatıyla. Bu hissiyatta,
muhtelif -ve birbirinden farklı tarzda- sayfiye yerlerine yakın olmasının da
bir etkisi olduğunu söyleyebilirim.
Sığacık, İzmir’in
çeperindeki sayfiye kasaba irilerinden Seferihisar olanının yakınında yöresinde
bir sahil beldesi, yakın zamanda buraya mütevazı olmayan teknelerin de
bağlandığı, mütevazı bir marina yapılmış. Biz de hiçbir zaman
gerçekleştiremediğimiz sevdalardan olan yelken sevdasının peşinden gittik
oradaki marinaya. Keyif için seyahat etmenin başlıbaşına bir vaatkarlığı
varken, bir sahil yöresine seyahat etmenin iç huzuru insanın bütün elektriğini
alıyor hakikaten. Aklıma “hiç alışamadığım muteber yönetmenler listesi”nin
daimi üyelerinden David Lynch’in (bir diğeri için, bkz. Tim Burton) sevdiğim
yegane filmi, ismiyle müsemma Straight Story filmi geldi, dümdüz, (Ankaralıların
deyimle dimdirek!), basit bir yol hikayesi. İşte öyle bir yol
Seferihisar-Sığacık arasındaki. Tek eksiğimiz çağlaydı, onu da yoldaki bir
satıcıdan aldık, sezon şeftesi. Manasız sırıtmalarla, tuzlu çağlayı yiye yiye
Seferihisar’a vardık. Çağlalar çağlalar.
Cittaslow
kafasını duydunuz mu bilmiyorum. Yavaş şehir demek, Seferihisar da bu ünvana
sahip tek ilçe sanırım. Ekolojik kafalar bunlar, çağın gereksinimi hızlı
tüketime/fast food’a direnen, mesela çarşısında naylon torba kullanılmayan,
süpermarketlerin olmadığı, insanların alışverişini pazardan gördüğü bir yer.
Seferihisar’ın Pazar günü kurulan pazarında, kasabanın yüz elli senelik camisinin
tam karşısında, tahminen yaş ortalamasının on beş olduğu bir grubun yumurta
satan teyzelerin dibinde Cem Karaca şarkısı terennüm etmesi, başka yerde
görebileceğiniz bir sahne değil.
Yakın çevremde
Barselona’yı gezip, orada yaşamayı hayal etmemiş birini görmedim diyebilirim. Barselona,
size bu hayali kurdurur: Başka bir hayatın mümkün olabileceği hayalini. (Tıpkı,
başka türlü bir futbolun mümkün olabileceği hayalini devamlı gösterdiği gibi) Benim
Türkiye’deyken o duyguya en çok yaklaştığım an, Seferihisar’ın pazarında avare
avare dolaştığım andı diyebilirim. Ben İzmirli değilim, ama isterim ki İzmirliler
bunun kadrini bilsin. Sonra on-yirmi sene sonra, şehrin yok olmuş kozmopolitliği
gibi, bu farklılığına da hayıflanma dolu bir yazı yazmayalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder