15 Nisan 2012

Başka Bir Hayat, Başka Bir Seyahat


NTV Tarih’in Mart 2012 sayısında anlatılıyordu, Kadifekale civarına (İstanbul analojisiyle nasıl desek, tam karşılamamakla birlikte, Fatih) yerleşmiş Türk nüfusun, şehrin merkezine/limana (şehrin Galata’sına) konuşlanmış Gayrimüslüm nüfusa verdiği isimmiş “Gavur İzmir”. Hala mahallemde faal bir sinagog ila mescit 150 metre mesafeyle bitişik vaziyette duruyor, şehrin o kozmopolit halindense, eser yok şimdi. Şehrin camileri dahil önemli binaları İzmir Yangını’nda yanmış, Rumlar zaten mübadeleyle temizlenmiş. Bu şehir, kaderine ağlasın, nasıl İstanbul hiçbir zaman trafikten arınmayacaksa, İzmir şehir merkezi de hiçbir zaman tarihi ve kozmopolit bir yer olmayacak, toplumsal barışına defalarca saldırılmış İstanbul bile, bu haliyle on kere daha kozmopolit İzmir’den. (Bir başka NTV Tarih yazısında, Tanzimat zamanında Tire’ye uğramış bir seyyah, şehrin yarısının gayrimüslim olduğunu yazmıştı, yarısının!) Yollar köprüler, gökdelenler yapılır yıkılır da, bir şehir kimliğini zedelemeyegörsün…

İzmir’in verdiği en baskın duygulardan biri kışlık bir şehirde yazlık kafasında yaşamaktır. Bütün bakımsızlığına rağmen, sırf Kordon, o hissiyatı size yaşatır. Şehir bu yönüyle, evet samimi söylüyorum, Barselona’ya benzer- gelişmişliğiyle, mimarisiyle, şehrin merkezinde halka açık plajla değil ama (zira bunların hiçbiri İzmir’de yoktur) verdiği yazlık yer hissiyatıyla. Bu hissiyatta, muhtelif -ve birbirinden farklı tarzda- sayfiye yerlerine yakın olmasının da bir etkisi olduğunu söyleyebilirim.

Sığacık, İzmir’in çeperindeki sayfiye kasaba irilerinden Seferihisar olanının yakınında yöresinde bir sahil beldesi, yakın zamanda buraya mütevazı olmayan teknelerin de bağlandığı, mütevazı bir marina yapılmış. Biz de hiçbir zaman gerçekleştiremediğimiz sevdalardan olan yelken sevdasının peşinden gittik oradaki marinaya. Keyif için seyahat etmenin başlıbaşına bir vaatkarlığı varken, bir sahil yöresine seyahat etmenin iç huzuru insanın bütün elektriğini alıyor hakikaten. Aklıma “hiç alışamadığım muteber yönetmenler listesi”nin daimi üyelerinden David Lynch’in (bir diğeri için, bkz. Tim Burton) sevdiğim yegane filmi, ismiyle müsemma Straight Story filmi geldi, dümdüz, (Ankaralıların deyimle dimdirek!), basit bir yol hikayesi. İşte öyle bir yol Seferihisar-Sığacık arasındaki. Tek eksiğimiz çağlaydı, onu da yoldaki bir satıcıdan aldık, sezon şeftesi. Manasız sırıtmalarla, tuzlu çağlayı yiye yiye Seferihisar’a vardık. Çağlalar çağlalar.


Cittaslow kafasını duydunuz mu bilmiyorum. Yavaş şehir demek, Seferihisar da bu ünvana sahip tek ilçe sanırım. Ekolojik kafalar bunlar, çağın gereksinimi hızlı tüketime/fast food’a direnen, mesela çarşısında naylon torba kullanılmayan, süpermarketlerin olmadığı, insanların alışverişini pazardan gördüğü bir yer. Seferihisar’ın Pazar günü kurulan pazarında, kasabanın yüz elli senelik camisinin tam karşısında, tahminen yaş ortalamasının on beş olduğu bir grubun yumurta satan teyzelerin dibinde Cem Karaca şarkısı terennüm etmesi, başka yerde görebileceğiniz bir sahne değil.


Yakın çevremde Barselona’yı gezip, orada yaşamayı hayal etmemiş birini görmedim diyebilirim. Barselona, size bu hayali kurdurur: Başka bir hayatın mümkün olabileceği hayalini. (Tıpkı, başka türlü bir futbolun mümkün olabileceği hayalini devamlı gösterdiği gibi) Benim Türkiye’deyken o duyguya en çok yaklaştığım an, Seferihisar’ın pazarında avare avare dolaştığım andı diyebilirim. Ben İzmirli değilim, ama isterim ki İzmirliler bunun kadrini bilsin. Sonra on-yirmi sene sonra, şehrin yok olmuş kozmopolitliği gibi, bu farklılığına da hayıflanma dolu bir yazı yazmayalım. 

Hiç yorum yok: