“Gözlerini aç.” Açtı. 11 yıldır -beş aylık
askerliği hariç- bir kol mesafesinde tuttuğu telefonuna hamle yapıp saati
kontrol etti: 8:38. Bilinci yavaş yavaş yerine gelirken ilk fark ettiği,
bugünün pazar olduğuydu. Niye erken kalktığını hatırlamaya çalıştı, neden sonra
cumartesi akşamı yapacak bir şey bulamayıp erken yattığı hatırına geldi, bunun
için erken kalkmıştı. Dün kayda değer bir şey olmuş muydu, yavaş yavaş yerine
gelen hafızasını yokladı: Beşiktaş’ın mağlubiyet zincirinde bir başka halka,
asude bir sahil kasabasında denize karşı sessizce yenmiş bir akşamüstü yemeği,
Esir Şehir Üçlümesi’nin bugüne devreden son yüz sayfası. Yani kocaman bir hiç.
“O berbat duygu” sabahın köründe midesine oturdu. Zaten o duygu olmasa her
şeyle baş etmek ne kadar kolaydı aslında. Suratsız halini annesinin görüp
üzülmeyecek olmasından teselli oldu. Tek başınayken, istediği kadar, kimseye
hesap vermeyecek kadar üzülebilirdi. Camus “bir insanın aldığı en önemli karar
intihar etmeme kararıdır, yaşamını devam ettirme iradesidir” minvalinde bir
şeyler söylemiş, onun içinse en önemli karar, bugünün de diğerlerinden farklı
olmaması için bir sebep olmadığını fark ettiği andaki ağır duyguyu taşımaktı.
“Kalk, kahvaltı yap” Çayın demlenmesini
beklerken, bir anlığına da olsa, hudutu hatırladı. Devamlı açık televizyonda
yayımlanan maçlara rağmen geçmek bilmeyen tatil günlerini. Neredeyse amacından
sapmış bir bağnazlık ve hırsla peşisıra okuduğu kitapları, tabi ki Ermeni
kilisesinden bozma mescitte yaşadığı görünmezlik hissini. O duyguyu özlemiyor,
ama hatırlıyordu. Mahrum şartlarda askerlik yapanlar, tuhaf bir tribe girerler.
O süre boyunca, kendilerini ortamdan tecrit edip, biricikleştirirler,
kendilerine normalde atfetmedikleri bir önem atfederler. Dahası bir diyet
ödediklerine, ve sonuçta bir mükafata ulaşacaklarına kendilerini ikna ederler.
Başka türlü bir kafayla o günler geçmez. Ama o mükafat gelmez anam. Normal hayatınıza
dönünce ne insanlar size askerden öncekinden farklı davranır, ne de statünüzde
çok belirgin bir değişme olur. Onda hem çok şey değişmişti, hem de hiçbir şey.
Aynı pazar sabahı, ama başka bir ev; aynı biteyivelik, ama başka bir rutin;
aynı iş ama başka bir motor parçası, İstanbul değil ama... Bu, başka bir
şehirle teselli edilemez maalesef. İstanbul’u özlüyor muydu? Muhakkak. Dönmek
istiyor muydu? Ne pahasına?
“Spora git, yorulursan daha az düşünürsün”
Haftasonunun o el ayak çekilmişliğinde spor yapmayı seviyordu. Salonun
bulunduğu muhitin yap(ıştır)ma elitliğini, düzayaklığını, merkeziliğini, şehrin
alametifarikası otelin etrafındaki restoranları, o restoranlardan bilhassa
şehirde “bağladığı” ilk esnaf olan Girit balıkçısını ve onun hiçbir yerde bulamayacağı
mezelerini seviyordu. Spordan çıktıktan sonra hissettiği yalnızlık duygusunu ve
birini aramak için elinin telefona gitmesini bile seviyordu. Ama bu sefer kimse
yoktu salonda. Kafasını masadaki bilgisayardan kaldırmayan ve mesaiye Allah’ın
pazar günü yedide başladığı için gözünü açamayan spor hocasından başka
hiçkimse. Birden dehşetle Truman Show’u hatırladı. Koşu bandının asap bozucu
sterilliği, duvardaki yüz bilmem kaç ekran plazma, o plazmadan avazı çıktığı
kadar yankılanan sabahın o saati için olabilecek en hoppa melodi, tüm gün
gelecek müşterinin ihtiyacını ikiye katlayacak adette özenle rulo yapılıp
hazırlanmış el havlusu, banyodaki şapsal “bu kutuya lütfen sadece terlik
atınız, havlular için diğer sepeti kullanınız” levhası, boş yere elektrik
sarfiyatı olan 95 derecedeki sauna, salonun labirenti andıran mimarisinde sanki
gizli bir geçitle geçilebildiği hissini koyu renk kapısıyla basbayağı veren
masaj odaları, sırf “havuzumuz da var” densin diye yapılmış kıç kadar kapalı
havuz -hepsi bir an için, dışarıdan pahalı görünen, ama yaklaşınca dekor olduğu
belli olan bir film setinin parçaları gibi geldi ona. Spordan da o gerçek
olmadığını çok iyi bildiği hissiyat yüzünden, sırf bulunduğu durum o filmi
çağrıştırdığı için, hiç olmadığı kadar çabuk çıktı.
“Bir kahve iç” Starbucks’a gitti. Ömrü
hayatında gördüğü Starbucks’ların en sıradanına. Bir an köşede kitap okuyan
kızla göz göze geldi. Yok, o değildi. Sonra kızın gayriihtiyari ayağa
kalkmasından, gözlerinin parlamasından (Parladığından emindi. Abartırdı ama o
kadar değil. Parlamıştı işte, belki sevinçten değil, hayretten ama olsun) ve
adıyla kendisine seslenmesinden o olduğunu anladı. Pek değişmemişti kız, hemen
masasına buyur etti. “Ben kahve alıcam, sen bir şey içer misin?” Teşekkür etti
kız. Oğlan kasaya gitti. “Bir ice chai
tea latte lütfen”. Döndü, heyecanını bastırmak için iki eliyle kahvesini tutup
yanına oturdu, kız elindeki kitabı bıraktı. Görüşmeyeli ne kadar olduğunu
hatırlamaya çalıştılar, o hatırlıyordu, kız inanamadı zamanın ne kadar çabuk
geçtiğine. Çok merak etmesine rağmen, niye hiç aramadıklarını birbirlerine
sormadılar. Bir mahcubiyet vardı ikisinde de sanki, bir konuşamama hali. Erkek
hiç tarzı olmamasına rağmen, bence sırf kızın yanında daha uzun oturmuş olmak
için büyük bir dobralıkla gününün nasıl geçtiğini anlattı, yukarıda
okuduklarınızı, sizden önce o kız duydu ...ve onunla birlikte masaya kulak misafiri olan ben (Masayı dikizleyerek değil, rica
edeceğim)…
Kız, adamın gömleğini gösterdi.
- Bu beraber aldığımız gömlek değil mi?
- Bu beraber aldığımız gömlek değil mi?
- Hala çok dikkatlisin, evet,
ilk kez giyiyorum bugün.
- Nasıl ya
kıştı onu aldığımızda!
- Evet,
Agora’da karşılaştığımız zaman indirimden almıştık.
Sessizlik oldu, adam söyleyemediği sözcüklerin
ağırlığı altında ezilmekteydi sanki. Nefesini tuttu, tuttuğu nefesin titrekliği
havada yankılanırken konuşmaya başladı.
- Amores
Perros’u hatırlar mısın?
- Hayır.
- Ben de
tek sahne hatırlıyorum aslında. Sanırım son hikayede, evsiz ve sefil bir hayat
süren yaşlı bir adam vardı, uzun süredir görüşmediği kızının karşısına çıkmak
için hazırlanırken aynanın karşısında sakallarını kesiyordu. O sahnede adam
aslında sakallarını sadece kesmez, hırpani görünüşünden sıyrılıp hayata yeniden
bağlanır. Senle Agora’da Starbucks’ın bir başka şubesinde karşılaştığımız o gün
var ya, o günkü gezmemiz bizim ilk gezmemiz değildi, ama benim seni ilk kez
hayal ettiğim gündü. (Artık nefesini vermişti. Sırrınızı verdiyseniz,
nefesinizi daha çok tutmanıza gerek yoktur.) Orada karşıma çıktın birden, tıpkı
burada karşıma çıktığın gibi. Dedim “bu bir mucize.” Mucizeye inanmak, Allah’a
inanmaktır biraz.
- Ne
mucizesi, ben Balçova’da oturuyorum bilmiyor musun, haftanın üç günü
Agora’dayım.
- Olabilir,
benim inanacak bir mucizeye ihtiyacım vardı belki de. O gün aldık bu gömleği,
sırf sen sevdin diye almıştım hatta. O gün yaptığım alışveriş benim aylar
boyunca aldığım tek üst baştı, birisini hayal edene kadar, üst baş almam için, para
harcamam için sebep yoktu çünkü. Kendi hırpaniliğimden çıkışımın
alametifarikası bu gömlekti yani, benim Amores Perros’um... Bekledim ki dışarı
çıktığımız bir gün bu gömleği giyeyim. O gün bugün bir kere daha görüştük senle
sanırım: İzmir'e kar yağdığı gün, gömleği giymek için pek iyi bir zaman değil! Bugün dolabımı eşelerken gözüme çarptı, dedim ziyan olmasın, giyeyim
artık. Ama kısmetmiş meğersem senle buluştuğum gün giymek, şansa bak.
- Hadi ya,
ne tesadüf!
- Bir şey
söyleyeyim mi, birine göre tesadüf olan, bana göre pekala mucize olabilir.
Daha fazla konuşmadı, kızı yavaşça gözlemeye
başladı. Aklından neler geçiyordu acaba? Etkilenmiş miydi? Bunu bilemeyecek
olmanın azabı var gibiydi sanki çocuğun suratında. Kadınları ve özelinde o kızı
hiçbir zaman anlayamayacak olmasına bir kere daha hayıflandı… Hala hiperaktifti
kız. Sol bacağını sallıyordu, bir yandan da pipeti manasızca kıvırıp, geri
çözüyor, arada telefonunu eline alıp geri bırakıyordu.
Derken benim telefonum çaldı, çoktandır
görmediğim bir arkadaşım Alsancak’a gelmiş, beni çağırıyordu. Hikayenin sonunu öğrenemeden kalktım.
...o değil de bu kadar yazdık yine bir şey
değişmeyecek. Sadece Beşiktaş, her gün maç yapmıyor o kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder