1 Nisan 2012

Paramparça Duygular Gömlekler



“Gözlerini aç.” Açtı. 11 yıldır -beş aylık askerliği hariç- bir kol mesafesinde tuttuğu telefonuna hamle yapıp saati kontrol etti: 8:38. Bilinci yavaş yavaş yerine gelirken ilk fark ettiği, bugünün pazar olduğuydu. Niye erken kalktığını hatırlamaya çalıştı, neden sonra cumartesi akşamı yapacak bir şey bulamayıp erken yattığı hatırına geldi, bunun için erken kalkmıştı. Dün kayda değer bir şey olmuş muydu, yavaş yavaş yerine gelen hafızasını yokladı: Beşiktaş’ın mağlubiyet zincirinde bir başka halka, asude bir sahil kasabasında denize karşı sessizce yenmiş bir akşamüstü yemeği, Esir Şehir Üçlümesi’nin bugüne devreden son yüz sayfası. Yani kocaman bir hiç. “O berbat duygu” sabahın köründe midesine oturdu. Zaten o duygu olmasa her şeyle baş etmek ne kadar kolaydı aslında. Suratsız halini annesinin görüp üzülmeyecek olmasından teselli oldu. Tek başınayken, istediği kadar, kimseye hesap vermeyecek kadar üzülebilirdi. Camus “bir insanın aldığı en önemli karar intihar etmeme kararıdır, yaşamını devam ettirme iradesidir” minvalinde bir şeyler söylemiş, onun içinse en önemli karar, bugünün de diğerlerinden farklı olmaması için bir sebep olmadığını fark ettiği andaki ağır duyguyu taşımaktı.

“Kalk, kahvaltı yap” Çayın demlenmesini beklerken, bir anlığına da olsa, hudutu hatırladı. Devamlı açık televizyonda yayımlanan maçlara rağmen geçmek bilmeyen tatil günlerini. Neredeyse amacından sapmış bir bağnazlık ve hırsla peşisıra okuduğu kitapları, tabi ki Ermeni kilisesinden bozma mescitte yaşadığı görünmezlik hissini. O duyguyu özlemiyor, ama hatırlıyordu. Mahrum şartlarda askerlik yapanlar, tuhaf bir tribe girerler. O süre boyunca, kendilerini ortamdan tecrit edip, biricikleştirirler, kendilerine normalde atfetmedikleri bir önem atfederler. Dahası bir diyet ödediklerine, ve sonuçta bir mükafata ulaşacaklarına kendilerini ikna ederler. Başka türlü bir kafayla o günler geçmez. Ama o mükafat gelmez anam. Normal hayatınıza dönünce ne insanlar size askerden öncekinden farklı davranır, ne de statünüzde çok belirgin bir değişme olur. Onda hem çok şey değişmişti, hem de hiçbir şey. Aynı pazar sabahı, ama başka bir ev; aynı biteyivelik, ama başka bir rutin; aynı iş ama başka bir motor parçası, İstanbul değil ama... Bu, başka bir şehirle teselli edilemez maalesef. İstanbul’u özlüyor muydu? Muhakkak. Dönmek istiyor muydu? Ne pahasına?

“Spora git, yorulursan daha az düşünürsün” Haftasonunun o el ayak çekilmişliğinde spor yapmayı seviyordu. Salonun bulunduğu muhitin yap(ıştır)ma elitliğini, düzayaklığını, merkeziliğini, şehrin alametifarikası otelin etrafındaki restoranları, o restoranlardan bilhassa şehirde “bağladığı” ilk esnaf olan Girit balıkçısını ve onun hiçbir yerde bulamayacağı mezelerini seviyordu. Spordan çıktıktan sonra hissettiği yalnızlık duygusunu ve birini aramak için elinin telefona gitmesini bile seviyordu. Ama bu sefer kimse yoktu salonda. Kafasını masadaki bilgisayardan kaldırmayan ve mesaiye Allah’ın pazar günü yedide başladığı için gözünü açamayan spor hocasından başka hiçkimse. Birden dehşetle Truman Show’u hatırladı. Koşu bandının asap bozucu sterilliği, duvardaki yüz bilmem kaç ekran plazma, o plazmadan avazı çıktığı kadar yankılanan sabahın o saati için olabilecek en hoppa melodi, tüm gün gelecek müşterinin ihtiyacını ikiye katlayacak adette özenle rulo yapılıp hazırlanmış el havlusu, banyodaki şapsal “bu kutuya lütfen sadece terlik atınız, havlular için diğer sepeti kullanınız” levhası, boş yere elektrik sarfiyatı olan 95 derecedeki sauna, salonun labirenti andıran mimarisinde sanki gizli bir geçitle geçilebildiği hissini koyu renk kapısıyla basbayağı veren masaj odaları, sırf “havuzumuz da var” densin diye yapılmış kıç kadar kapalı havuz -hepsi bir an için, dışarıdan pahalı görünen, ama yaklaşınca dekor olduğu belli olan bir film setinin parçaları gibi geldi ona. Spordan da o gerçek olmadığını çok iyi bildiği hissiyat yüzünden, sırf bulunduğu durum o filmi çağrıştırdığı için, hiç olmadığı kadar çabuk çıktı.

“Bir kahve iç” Starbucks’a gitti. Ömrü hayatında gördüğü Starbucks’ların en sıradanına. Bir an köşede kitap okuyan kızla göz göze geldi. Yok, o değildi. Sonra kızın gayriihtiyari ayağa kalkmasından, gözlerinin parlamasından (Parladığından emindi. Abartırdı ama o kadar değil. Parlamıştı işte, belki sevinçten değil, hayretten ama olsun) ve adıyla kendisine seslenmesinden o olduğunu anladı. Pek değişmemişti kız, hemen masasına buyur etti. “Ben kahve alıcam, sen bir şey içer misin?” Teşekkür etti kız. Oğlan kasaya gitti. “Bir  ice chai tea latte lütfen”. Döndü, heyecanını bastırmak için iki eliyle kahvesini tutup yanına oturdu, kız elindeki kitabı bıraktı. Görüşmeyeli ne kadar olduğunu hatırlamaya çalıştılar, o hatırlıyordu, kız inanamadı zamanın ne kadar çabuk geçtiğine. Çok merak etmesine rağmen, niye hiç aramadıklarını birbirlerine sormadılar. Bir mahcubiyet vardı ikisinde de sanki, bir konuşamama hali. Erkek hiç tarzı olmamasına rağmen, bence sırf kızın yanında daha uzun oturmuş olmak için büyük bir dobralıkla gününün nasıl geçtiğini anlattı, yukarıda okuduklarınızı,  sizden önce o kız duydu ...ve onunla birlikte masaya kulak misafiri olan ben (Masayı dikizleyerek değil, rica edeceğim)…

Kız, adamın gömleğini gösterdi.
-  Bu beraber aldığımız gömlek değil mi?
-  Hala çok dikkatlisin, evet, ilk kez giyiyorum bugün.
- Nasıl ya kıştı onu aldığımızda!
-  Evet, Agora’da karşılaştığımız zaman indirimden almıştık.
Sessizlik oldu, adam söyleyemediği sözcüklerin ağırlığı altında ezilmekteydi sanki. Nefesini tuttu, tuttuğu nefesin titrekliği havada yankılanırken konuşmaya başladı.
- Amores Perros’u hatırlar mısın?
- Hayır.
- Ben de tek sahne hatırlıyorum aslında. Sanırım son hikayede, evsiz ve sefil bir hayat süren yaşlı bir adam vardı, uzun süredir görüşmediği kızının karşısına çıkmak için hazırlanırken aynanın karşısında sakallarını kesiyordu. O sahnede adam aslında sakallarını sadece kesmez, hırpani görünüşünden sıyrılıp hayata yeniden bağlanır. Senle Agora’da Starbucks’ın bir başka şubesinde karşılaştığımız o gün var ya, o günkü gezmemiz bizim ilk gezmemiz değildi, ama benim seni ilk kez hayal ettiğim gündü. (Artık nefesini vermişti. Sırrınızı verdiyseniz, nefesinizi daha çok tutmanıza gerek yoktur.) Orada karşıma çıktın birden, tıpkı burada karşıma çıktığın gibi. Dedim “bu bir mucize.” Mucizeye inanmak, Allah’a inanmaktır biraz.
- Ne mucizesi, ben Balçova’da oturuyorum bilmiyor musun, haftanın üç günü Agora’dayım.
- Olabilir, benim inanacak bir mucizeye ihtiyacım vardı belki de. O gün aldık bu gömleği, sırf sen sevdin diye almıştım hatta. O gün yaptığım alışveriş benim aylar boyunca aldığım tek üst baştı, birisini hayal edene kadar, üst baş almam için, para harcamam için sebep yoktu çünkü. Kendi hırpaniliğimden çıkışımın alametifarikası bu gömlekti yani, benim Amores Perros’um... Bekledim ki dışarı çıktığımız bir gün bu gömleği giyeyim. O gün bugün bir kere daha görüştük senle sanırım: İzmir'e kar yağdığı gün, gömleği giymek için pek iyi bir zaman değil! Bugün dolabımı eşelerken gözüme çarptı, dedim ziyan olmasın, giyeyim artık. Ama kısmetmiş meğersem senle buluştuğum gün giymek, şansa bak.
-  Hadi ya, ne tesadüf!
-  Bir şey söyleyeyim mi, birine göre tesadüf olan, bana göre pekala mucize olabilir.
Daha fazla konuşmadı, kızı yavaşça gözlemeye başladı. Aklından neler geçiyordu acaba? Etkilenmiş miydi? Bunu bilemeyecek olmanın azabı var gibiydi sanki çocuğun suratında. Kadınları ve özelinde o kızı hiçbir zaman anlayamayacak olmasına bir kere daha hayıflandı… Hala hiperaktifti kız. Sol bacağını sallıyordu, bir yandan da pipeti manasızca kıvırıp, geri çözüyor, arada telefonunu eline alıp geri bırakıyordu.

Derken benim telefonum çaldı, çoktandır görmediğim bir arkadaşım Alsancak’a gelmiş, beni çağırıyordu. Hikayenin sonunu öğrenemeden kalktım.

...o değil de bu kadar yazdık yine bir şey değişmeyecek. Sadece Beşiktaş, her gün maç yapmıyor o kadar.

Hiç yorum yok: