Sığacık’taki pazarda avare dolaşmanın verdiği
mayhoş mutluluğun bir yaklaşığını bundan birkaç sene önce Bebek’te yaşamıştım.
Bir yaz günü, Ozan’la okulun havuzundan çıkmıştık. Boğaziçi’nin açık havuzunda
yüzmek, en büyük hayallerimden olan Boğaz’da yüzmenin bir yaklaşığı olması
hasebiyle, benim için başlıbaşına bir kendini iyi hissetme sebebiyken bunu,
Ozan gibi, hayata tamamen zıt pencereden bakıp aynı manzarayı görebildiğim
birisiyle yapmak apayrı bir yazı konusu aslında, birazdan anlatacağım hikayeden
bağımsız olarak. Neyse. Çıktık, ritüelimizin bir parçası olarak sonradan
askerlik yemeğimi yiyeceğim lokantayı keşfetmemizle biten bir sahil yürüyüşü
yaptık, Bebek’ten Arnavutköy’e doğru. Ben, yine ondan bahsediyordum. Yine
Ozan’a. Bahsediyordum çünkü Ozan benim gibi duygusal ve saplantılıydı, empati
kurabileceğini düşünüyordum. Bahsediyordum çünkü Ozan onu hiç görmemişti.
İstediğim kadar yalan söyleyebiliyor, duymak istediklerimi ona söyleterek
kendimi iyi hissediyordum (hem yalan söylediğimi, hadi öyle olmasın, gerçeği
çarpıttığımı anlayamayacak kadar saf, hem de canımın sıkılmasını istemeyecek
kadar iyi niyetliydi). Bebek’e gelmişken, orada kermesimsi bir şey olduğunu
fark ettik. Şehrin göbeğinde, kiçınetlerin, starbaksların 100 metre ilerisinde,
birileri el yapımı bir şeyler satıyordu. Başka bir Bebek, bu devirde mümkün
değildi aslında, ama yine de kermes güzeldi işte, bir önceki senekine de
gitmiştim tesadüfen, hoşuma gitmişti. Ozan’a kermesi gösterdim, değişiklik olur
diye kaldırımdan Mısır Konsolosluğu’na devam etmek yerine, Bebek Parkı’nın
içinden geçerek sahile gittik. Oradan geçtikten sonra, balık yiyerek günü
kapatacaktık.
Klişe bir Holywood filminden bir film karesi
gibiydi, ben ondan bahsederken, onu beş metre ilerimde görmüştüm. (Bu yazıyı
yazarken düşündüm de, sevdiğim her kızla, hem de hepsine kesik olduğum
periyotta benzer bir tesadüfüm, rastlaşmam vardı. Yani yukarıdaki aslında
elinden geleni yapıyordu J) Onlar
bizi fark etmemişti, önce Ozan’a “işte o kız bu” diye fısıldadım, Ozan görmeyen
gözleri ve alık halleriyle durumu kavramaya çalışırken ben onlara tam
yanımızdan geçerken seslendim:
- Gözde?!
- Mehmet?!
- Tanıştırayım,
bu Ozan, benim arkadaşım, bu da Alev, Gözde’nin arkadaşı. Hayırdır, hangi
rüzgar attı sizi karşıdan buralara?
- Valla
işte kermese gelelim dedik, hava da güzel. Siz?
- İnsan
buralara kadar gelmişken arar be. (Hala aramadığına bozulacak kadar gerizekalıydım)
Biz de havuzdan çıktık, bir şeyler yiyecektik.
- Biz de
belki bir kafeye oturup şeyler içeriz. Pek aç değiliz şimdi.
Deli gibi çağırmak istiyor, ama gururumdan,
kahrolası gururumdan çağıramıyordum. Onun çağırmasını bekledim. O beni görmek
isterse çağırırdı. Evet evet, kızlar böyle yaparlar ilgi duydukları erkeklere.
Buna kesin olarak inanıyordum. Alev araya girip, “tabi olabilir yane” gibisinden
bi saçmalamaya yeltendi, Ozan’ın da gözümün içine baktığını hissediyordum. Ama
Gözde’yle aramızdaki soğuk savaş devam ediyordu. Allahım, ne kadar inatçı
kızdı! Sinirimi ve hayal kırıklığımı belli etmemeye çalıştım.
- Neyse,
biz açız ya, bir gezinelim, sonra olmadı tekrar konuşuruz.
…ve ters yönlere yürümeye başladık. Ozan’ın
olan biteni kafası almıyordu:
- Olm,
kazma mısın lan?
- Abi, ne
bileyim pek sevinmiş gibi gelmedi, görmek istese o teklif eder diye düşündüm.
- Olm sen
hangi ülkede yaşıyon?
- Abi belki
başka birisiyle buluşacaktır.
- Ya öle
olsa söylemez miydi amına koyim?
- Napçaz?
- Ara olm.
- Yok
artık.
- Ne yok
artık?
Fuzuli heykelinin önünde durdum, düşünmeye başladım. Leyla ile Mecnun… Aradım. Çaldı, çaldı…
- Efendim
Mehmet?
- Biz
vazgeçtik, siz nerdesiniz?
- Cafe
Nero.
- Tamam,
biz geliyoruz…
Gittik, Boğazın en yakınındaki masaya oturduk. Bana hala uzaktı, beni beğendiğini ima eder hiçbir heves, ilgi, ima falan göstermiyordu, o zamanki süzme salak halimle bile bu gerçeğin farkındaydım. Ama önemli değildi, hayatımın sonuna kadar yaşamak istediğim (ve o zamanlar için safça yaşayacağımı zannettiğim) şehirde, üzerimde Barselona t-shirt’imle, güneşli bir günde sevdiğim kızla oturuyordum. Ozan’ın komünistlik anılarından, Gebze’de çalışmanın kötülüğünden, yaklaşan ve beraber gitmemizi konuştuğumuz ama benim hiçbirine iştirak etmeyeceğim Efes Pilsen One Love festivalinden, yine tabi ki hiçbir zaman gerçekleşmeyecek beraber havuza gitme planlarından, Ozan ve Deniz’in eski evinde yaşadığı birbirinden komik hikayelerden, birbirimize verdiğimiz/vereceğimiz filmlerden (bu film değiş tokuş furyasını vallahi de Gözde başlatmıştı. Verdiği ilk film, billahi de Sleepless in Seattle’dı) yani hayat dolu dört genç neyden bahsederse, işte biz de onlardan o sabun köpüğü hafifliğiyle bahsettik. Ozan bana yıllar sonra, masanın dördüncüsü Alev’i Taksim’de görünce, kızın kendisine gelip “seni tanıyorum” dediğini söyleyecekti. “Mehmet’in arkadaşısın sen.” Düşünüyorum, benim yeni hikayem o gün orada başlayabilirdi belki de. Çok güzel bir başlangıç olurdu, sonu farklı olmasa da “Such a life so close to never happenning…”
Sonrasını bu bloğun kadim okuyucuları biliyor,
neye buğzettiğimi, ne kadar zamandır Gözde’yle konuşmadığımızı,
mesajlaşmadığımızı. Geçen hafta perşembe günü ntvmsnbc’nin linkleri arasında
dolaşırken, Sleepless in Seattle’la ilgili yukarıdaki yazıyı buldum. Bebek
Parkı’ndakine benzer bir tereddüt geçirdim. Gururumu yenmeyi yine başardım (ki
sanırım çok da büyük bir başarı değil benim için), bildiğim tek mail adresi
olan gmail adresine linki yolladım, manidar bir başlıkla.
Hayır, henüz cevap vermedi.
PS: Epigrafın tamamı için http://www.ntvmsnbc.com/id/25341614
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder