22 Nisan 2012

Başka Hayatlar Mümkün, ya Başka Sonlar?

‘Sevginin Bağladıkları’nı [Orj. adı Sleepless in Seattle, MD] türün örneklerinden ayıran özelliklerinden biri ‘yerine başkasını koyamama’ kalıbını tersine çevirmesi. Sam, radyoda bir daha aşık olmanın imkansızlığından bahsetse de o imkansızlığın peşinden gidilmez. Oğluna, annesinin ‘elmanın kabuğunu tek bir seferde soyduğunu’ anlatır ve birkaç sahne sonra Annie’yi gecenin bir yarısı Sam’i – daha doğrusu Seattle’ın Uykusuzu’nu – düşündüğü sırada elma soyarken izleriz. Tek seferde soyamaz. Annie, birinin yerine geçmeyecektir çünkü. Başka bir hikayedir bu. Yeni güzel bir hikaye başlayacaktır. Biliriz ve film onu hissettirir ki; Annie ve Sam’in hikayesi de sonsuza kadar sürmeyecektir. Sadece, en güzel şey başlangıçtır ve biz de onu izleriz.

Sığacık’taki pazarda avare dolaşmanın verdiği mayhoş mutluluğun bir yaklaşığını bundan birkaç sene önce Bebek’te yaşamıştım. Bir yaz günü, Ozan’la okulun havuzundan çıkmıştık. Boğaziçi’nin açık havuzunda yüzmek, en büyük hayallerimden olan Boğaz’da yüzmenin bir yaklaşığı olması hasebiyle, benim için başlıbaşına bir kendini iyi hissetme sebebiyken bunu, Ozan gibi, hayata tamamen zıt pencereden bakıp aynı manzarayı görebildiğim birisiyle yapmak apayrı bir yazı konusu aslında, birazdan anlatacağım hikayeden bağımsız olarak. Neyse. Çıktık, ritüelimizin bir parçası olarak sonradan askerlik yemeğimi yiyeceğim lokantayı keşfetmemizle biten bir sahil yürüyüşü yaptık, Bebek’ten Arnavutköy’e doğru. Ben, yine ondan bahsediyordum. Yine Ozan’a. Bahsediyordum çünkü Ozan benim gibi duygusal ve saplantılıydı, empati kurabileceğini düşünüyordum. Bahsediyordum çünkü Ozan onu hiç görmemişti. İstediğim kadar yalan söyleyebiliyor, duymak istediklerimi ona söyleterek kendimi iyi hissediyordum (hem yalan söylediğimi, hadi öyle olmasın, gerçeği çarpıttığımı anlayamayacak kadar saf, hem de canımın sıkılmasını istemeyecek kadar iyi niyetliydi). Bebek’e gelmişken, orada kermesimsi bir şey olduğunu fark ettik. Şehrin göbeğinde, kiçınetlerin, starbaksların 100 metre ilerisinde, birileri el yapımı bir şeyler satıyordu. Başka bir Bebek, bu devirde mümkün değildi aslında, ama yine de kermes güzeldi işte, bir önceki senekine de gitmiştim tesadüfen, hoşuma gitmişti. Ozan’a kermesi gösterdim, değişiklik olur diye kaldırımdan Mısır Konsolosluğu’na devam etmek yerine, Bebek Parkı’nın içinden geçerek sahile gittik. Oradan geçtikten sonra, balık yiyerek günü kapatacaktık.

Klişe bir Holywood filminden bir film karesi gibiydi, ben ondan bahsederken, onu beş metre ilerimde görmüştüm. (Bu yazıyı yazarken düşündüm de, sevdiğim her kızla, hem de hepsine kesik olduğum periyotta benzer bir tesadüfüm, rastlaşmam vardı. Yani yukarıdaki aslında elinden geleni yapıyordu J) Onlar bizi fark etmemişti, önce Ozan’a “işte o kız bu” diye fısıldadım, Ozan görmeyen gözleri ve alık halleriyle durumu kavramaya çalışırken ben onlara tam yanımızdan geçerken seslendim:
- Gözde?!
- Mehmet?!
- Tanıştırayım, bu Ozan, benim arkadaşım, bu da Alev, Gözde’nin arkadaşı. Hayırdır, hangi rüzgar attı sizi karşıdan buralara?
- Valla işte kermese gelelim dedik, hava da güzel. Siz?
- İnsan buralara kadar gelmişken arar be. (Hala aramadığına bozulacak kadar gerizekalıydım) Biz de havuzdan çıktık, bir şeyler yiyecektik.
Biz de belki bir kafeye oturup şeyler içeriz. Pek aç değiliz şimdi.

Deli gibi çağırmak istiyor, ama gururumdan, kahrolası gururumdan çağıramıyordum. Onun çağırmasını bekledim. O beni görmek isterse çağırırdı. Evet evet, kızlar böyle yaparlar ilgi duydukları erkeklere. Buna kesin olarak inanıyordum. Alev araya girip, “tabi olabilir yane” gibisinden bi saçmalamaya yeltendi, Ozan’ın da gözümün içine baktığını hissediyordum. Ama Gözde’yle aramızdaki soğuk savaş devam ediyordu. Allahım, ne kadar inatçı kızdı! Sinirimi ve hayal kırıklığımı belli etmemeye çalıştım.
- Neyse, biz açız ya, bir gezinelim, sonra olmadı tekrar konuşuruz.

…ve ters yönlere yürümeye başladık. Ozan’ın olan biteni kafası almıyordu:
- Olm, kazma mısın lan?
- Abi, ne bileyim pek sevinmiş gibi gelmedi, görmek istese o teklif eder diye düşündüm.
- Olm sen hangi ülkede yaşıyon?
- Abi belki başka birisiyle buluşacaktır.
- Ya öle olsa söylemez miydi amına koyim?
- Napçaz?
- Ara olm.
- Yok artık.
 Ne yok artık?


Fuzuli heykelinin önünde durdum, düşünmeye başladım. Leyla ile Mecnun… Aradım. Çaldı, çaldı…
- Efendim Mehmet?
- Biz vazgeçtik, siz nerdesiniz?
- Cafe Nero.
-  Tamam, biz geliyoruz…


Gittik, Boğazın en yakınındaki masaya oturduk. Bana hala uzaktı, beni beğendiğini ima eder hiçbir heves, ilgi, ima falan göstermiyordu, o zamanki süzme salak halimle bile bu gerçeğin farkındaydım. Ama önemli değildi, hayatımın sonuna kadar yaşamak istediğim (ve o zamanlar için safça yaşayacağımı zannettiğim) şehirde, üzerimde Barselona t-shirt’imle, güneşli bir günde sevdiğim kızla oturuyordum. Ozan’ın komünistlik anılarından, Gebze’de çalışmanın kötülüğünden, yaklaşan ve beraber gitmemizi konuştuğumuz ama benim hiçbirine iştirak etmeyeceğim Efes Pilsen One Love festivalinden, yine tabi ki hiçbir zaman gerçekleşmeyecek beraber havuza gitme planlarından, Ozan ve Deniz’in eski evinde yaşadığı birbirinden komik hikayelerden, birbirimize verdiğimiz/vereceğimiz filmlerden (bu film değiş tokuş furyasını vallahi de Gözde başlatmıştı. Verdiği ilk film, billahi de Sleepless in Seattle’dı) yani hayat dolu dört genç neyden bahsederse, işte biz de onlardan o sabun köpüğü hafifliğiyle bahsettik. Ozan bana yıllar sonra, masanın dördüncüsü Alev’i Taksim’de görünce, kızın kendisine gelip “seni tanıyorum” dediğini söyleyecekti. “Mehmet’in arkadaşısın sen.” Düşünüyorum, benim yeni hikayem o gün orada başlayabilirdi belki de. Çok güzel bir başlangıç olurdu, sonu farklı olmasa da “Such a life so close to never happenning…”

Sonrasını bu bloğun kadim okuyucuları biliyor, neye buğzettiğimi, ne kadar zamandır Gözde’yle konuşmadığımızı, mesajlaşmadığımızı. Geçen hafta perşembe günü ntvmsnbc’nin linkleri arasında dolaşırken, Sleepless in Seattle’la ilgili yukarıdaki yazıyı buldum. Bebek Parkı’ndakine benzer bir tereddüt geçirdim. Gururumu yenmeyi yine başardım (ki sanırım çok da büyük bir başarı değil benim için), bildiğim tek mail adresi olan gmail adresine linki yolladım, manidar bir başlıkla.

Hayır, henüz cevap vermedi.

PS: Epigrafın tamamı için http://www.ntvmsnbc.com/id/25341614

Hiç yorum yok: