Yine sıfır
yaratıcılık ve hayalgücü muhteva eden klasik bir gezi yazımla (rota:
Göcek-Fethiye-Ölüdeniz-Kaş) karşınızdayım sevgili müdavimler. Bu yazıda da
yediğim bıldır hurmalardan, başıma gelen tuhaf loserlıklardan, çektiğim Dadaist
fotolardan kupleler bulacak, benzer bir rota çizecek olursanız ve beğenime
güveniyorsanız işinize yarayacağını düşündüğüm birkaç tüyodan istifade
edeceksiniz. Yazı konseptini benim için son zamanların en yürek burkan romantik
komedisi 500 Days of Summer’dan apartarak km km yediğim naneleri sergilemek
suretiyle oluşturdum, yerseniz. Yahut okursanız.

335: Benim evimin önünden (İzmir Tarihi
Asansör) Göcek’te gayet konforlu Arion Otel’e (tek eksisi odalarının biraz ufak
olması) gitmek için yapacağınız km miktarı. Göcek, çok klas olduğunu her açıdan
size hissettiren bir tatil beldesi. Şirin demek isterdim ama bildiğin kodaman
yuvası, oranın denizinde beachinde sağımda solumda milyon dolarlık teknelerle
beraber yüzmek bana yağmurda hızlı hızlı yürüyüp ıslanmamaya çalışırken yandan
geçen lüks bir otomobil tarafından tepeden tırnağa sıçan gibi ıslatılma hissi
verdi. Zaten Türkiye’de başka hiçbir tatil beldesinde bu kadar yatçılığa dönük
dükkan tabela vs görmedim. MM Migros’ta bile yatlara servisimiz yapılıyordu
tabelası vardı, artık o derece abartılı olay, bizi bile daha çok in ve cinlerin
takıldığı beach’e limandan bir zodyakla götürdüler.

Şehirde bir km
içinde görebileceğiniz üç adet marinadan en afillisi, Doğuş Holding’in akıllara
seza D-Marin’i. Henüz bitmemiş birkaç büyük bina ve içinde marina, Swissotel’e
ait bir butik otel ve aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz “şey” var. Şey diyorum,
zira bence buna ev demeye bin şahit ister. Evin önünden geçen kanal marinaya
bağlanıyor, evinizin önündeki zodyaklarla marinaya gidip oradan yatınızla
Göcek'in mavisine dalabilirsiniz.
… veya
sahilden 12 adalar denen ufak adacıklara açılan tekne turuna katılır, hem
maviyi, hem yeşili aynı denizde yan yana, iç içe ve peşisıra görebilir, ayrıca
kaptanın akıcı Acun İngilizcesiyle (alfınaursivimdaym) dilediğinizce dalga
geçebilirsiniz. Koyların hepsi birbirine benziyor, yine de yüzme merakı varsa
sıkılmanız mümkün değil- bununla birlikte tabi büyük tekneli turlarda verilen
hizmetten beklentiniz fazla olmasın.
Keyfinizi
kaçırmak gibi olmasın ama bu 12 adalardan bazıları mesela Zeytin Adası,
Türkiye’nin önde gelen zenginlerine ait olagelmiş. Özal zamanında Asil
Nadir’in, sonra Cem Uzan’ın, şu anda da Ahmet Nazif Zorlu’nun… (Rantın, hadi
ayıp olmasın, sermayenin son otuz yılda nasıl el değiştirdiği de herhalde daha
basitçe anlatılamaz) Keza Simavi ailesina ait de bir başka ada var.
Akşam yemeğini
Can Restaurant’ta yedik, biraz tuzlu olmakla birlikte çok da fena değildi, tüm
gezide İzmir’de uğrak yerlerimiz olan balıkçılar kalibresinde bir yer
göremediğimizi belirteyim yalnız.
Beldede
hatrısayılır oranda Amerikalı turist olması ve bisikletin de bir Türk beldesine
göre ortalamanın üstünde bir sıklıkla kullanılması da ilginç geldi bana, demek
insanlar çok pahalı oyuncaklardan sıkılınca çocukluklarına mı dönüyorlar, nedir…
342: Maruz kaldığımız kodaman radyasyonundan
arınmak için İnlice Köyü’nün yakınlarındaki İnlice Halk Plajı’na gidip orada
çekip fotosunu Zaytung’a koyabileceğimiz kuma gömülmüş amcalarla beraber denize
girmek de isteyebilirsiniz. Ayrıca bu eşsiz deneyiminizde nasıl olup da kumda
terlikle yürürken belinize kadar kum sıçratmayı başarabildiğiniz üzerinizde
derin derin düşünme imkanınız olacaktır. Gün sonunda plajın oradaki marketten
alacağınız magnumla da mutluluğun dibine vuracak, ergenken yılda sadece birkaç
kere cornetto almanıza müsade edilen yıllarınızı gülümseyerek anımsayacaksınız.
366: Fethiye Marina’da, fiyat
performans olarak şiddetle tavsiye edeceğim Alesta Otel’e varışta kadranda okuyacağınız
km. Ama esas film, Fethiye’de değil, Ölüdeniz’de dönüyor, oradaki oteller de
daha az lüks olmasına rağmen görece daha pahalı. Fethiye Liman’dan kalkan
tekneler de Göcek’teki 12 adalara götürüyorlarmış, ama daha uzun bir deniz yolculuğuyla,
dolayısıyla o tura Göcek’ten çıkmayı tavsiye ediyorum. Balık yemek isteyenler
için Fethiye Balık Hali, İzmir Güzelbahçeyi andıran bir atmosfere sahip, çok
matah olmamakla birlikte Hilmi’nin yerini tavsiye ediyorum.
376: Ölüdeniz. Namını kesinlikle hakeden bir yer. Öncelikle bitki örtüsü ağaçlık
(daha çok çam) ve diğer yerlerden daha da abartılı olarak denizin bittiği
noktadan itibaren ağaçlar yükselmeye başlıyor, mesela At Bükü’nde (at mı bükü?)
çam iğneleriyle beraber yüzmek çok keyifliydi. Burada yapılacak temel aktivite,
tekne turuna katılmak: Burada da kendine faydası olmayan bir başka adam Fatih
Tabak’la beraber birnevi askerlikte acemilik günlerini anımsatan manzaralar
görüp yurdum insanının neden böyle olduğuna dair felsefi tartışmalar yapmaktan
arta kalan vaktimizde, hepsi birbirinden özgün koylarda ense yapma imkanı
bulduk: Mavi Mağara, Aziz Nicolas’nın şöle bir uğradığına inanılan köy, -ki bu
yörede bunlardan balya balya var- ve tabi ki Kelebekler -bizim deyimimizle
Öberekler-Vadisi..


Tekneyle yanaştığınızda elektriğin bile olmadığı ve 95’te 1.
Derece SİT alanı ilan edilmiş bir koy Öberekler; ismiyle müsemma bir kaya
üstüne konuşlanmış bir Rock Bar, zorlayıcı bir parkurla gidip dönmesi kırk
dakika alan küçük şelale, sağa sola konuşlanmış bilumum incik boncukçu ve
billur gibi bir koy, bu vadinin diğer atraksiyonları. Teknenin burada bir saat
civarında kalması benim için biraz asap bozucuydu, dediğim gibi tercihen daha
küçük bir ekiple bir tur ayarlayabiliyorsanız, burada hiç sıkılmadan bir gün
eğlenebilirsiniz, zaten yurdum hippilerinin tatilini bu koyda
geçirdiğini duyagelmiş olmalısınız. Buraya dair duyduğum bir diğer rivayet
burada tatillerini geçirenlerin, aslen teknelerin yanaştığı saat olan 11-4
arasında plaja hiç çıkmadıkları yönünde, bu da aslında benim plajda niye bu
kadar az insan gördüğümü açıklıyor olmalı.


390: Faralya Köyü, bu vadinin tepesine
konuşlanmış bir köy, hiç de fena olmayan bir asfalta sahip olsa da, yolun diğer
tarafının uçurum olduğunu ve iki kere %10’luk eğim çıktığınızı belirtmekte
fayda var. Öberekler vadisinin tepeden bir görüntüsü aşağıda, Faralya (yeni
adıyla Uzunyurt) Köyü üzerinden son derece dik bir kanyonla bu koya inilse de,
bunun özel kıyafetler olmadan yapılması imkansız, sarp yamaçta meydana gelen
ölümlerle ilgili haberleri internette okuyabilirsiniz (Benzer eğim ve kıvrım
uyarısını Kalkan-Kaş ve Kekova-Göcek arası için de yapabilirim, bu yolların
hatrısayılır bir kısmı tek şerit, dolayısıyla sabırlı ve güvenli şoförlük
lazım…) Köye giderken Kelebekler Vadisi'ni tepeden görme imkanınız olacak,
vadinin tepeden görünüşünün çok daha etkileyici olduğunu rahatlıkla
söyleyebilirim. Bu köyün bir yolu Kelebekler Vadisi’ne inerken, bir diğer yolu
Kabak Koyu’na iniyor.

396: Öberekler ne kadar hippi
kafasıysa, Kabak Koyu da bir o kadar Hindu Kafası. Şaka gibi ama bir yoga merkezi bile var koyun içinde! Koya, kendi arabanızla inmeniz imkansız, ama ücreti mukabili Faralya Köyü'nden ring yapan nuh nebiden kalma ciplerle koya inebilirsiniz. Burada birkaç işletme
Bungalow tipi evlerle (Mekanı parsellemiş olan SeaValley’nin geceliği 250
lira!) konaklama imkanı sunuyor, fakat çadırınızı da kapıp gelebilirsiniz.
Öncelikle Kabak Koyu medeniyetin ulaştığı bir yer, (lütfen bunu elektrik var
diye okuyunuz) mesela Sea Valley Restaurant hemen ön tarafına ufak bir havuz
bile yapmış. Bilhassa sözlükte (harbi bir ekşisözlük vardı ona noldu?) bu
durumu kötüleyen ve koyun orjinalitesinin bozulduğunu iddia eden birkaç yorum
okudum, bence bu bir çeşitlilik sunmuş burada tatil yapacaklara: İsterseniz
tamamen doğal şartlarda Kelebekler’de, veya yine bakir bir koyda ama daha
pahalı ve daha nasıl denir… medeniyetin nimetlerinden faydalanan bir şekilde
Kabak Koyu’nda tatil yapabilirsiniz, (Sea Valley plaja nazır beach cluba
benzeyen bir restaurant da açmış ve adamlar mesela mekan önündeki minderlerden
para almıyorlar!) Üçüncü bir seçenek de Kabak Koyu’nda çadır kurabilirsiniz -bungalow’ların
önünde hindubaş gördüm ben gayet de. Öbereklerin kumsalı olmasa da denizi Kabak
Koyu’na basar onu diim yalnız…
Ölüdeniz'e dair son not,
yükseklik korkusuna sahip ve cenabetliğiyle maruf bloggerınız, kendine faydası
olmayan ekürisi Fatih’i de kandırıp yamaç paraşütü yapmadı, paraşütleri dolanıp
700 metreden çakılanlarla konuşmadım, ne var ki yapan ve salimen yere inenlerin
hepsi bunun dayanılmaz bir zevk olduğundan ve onsuz Ölüdeniz gezisinin bir
anlamı olmadığından bahsediyor, eh bloggera zeval olmaz. Zaten ekürileri yardan
uçuran bir tutam özgürlük…
496: Patara Ören Yeri Müzekart’ın
(tıpkı Aziz Nicolas’nın köyü gibi) da geçtiği ve Turizm Bakanlığı bünyesinde
bir yapı, aynı biletle hem örenyerine hem plaja 5 tl’ye girebiliyorsunuz. Plaj,
18 km kumsalıyla Türkiye’nin en uzun plajı,
bununla beraber denizi açık olduğu için dalgalı, dolayısıyla esas hazine
Likya devletine başkentlik yapmış olan Patara şehri.
Örenyeri çok
geniş bir arazi üzerinde, ve bilinen ilk meclis olan Ulusal Meclis’le Romalılar
zamanında inşa edilen tiyatro, birbirine bitişik. Tavsiyem buraya güneşin
batmasına yakın gelin, hem havanın kızıllığında tarihe dokunmanın tadını
çıkarın, hem de geniş alanda gezerken ziyan zebil olmaktan kurtulun
Söyleyecek çok
fazla bir şey yok aslında, Patara’ya 40 km mesafedeki Xanthos’la birlikte,
burada büyük bir cevher yatıyor. Hem de tamamen saldım çayıra mevlam kayıra şeklinde
kendi haline bırakılmış (bilhassa UNESCO Kültür Mirası’nda olan Xanthos-Letoon
şehirleri) çok kıymetli bir mirastan bahsediyoruz, neyse öfkemin birazını
Xanthos bahsinde kusayım, Patara yine daha ehven diğerlerine göre- yine de
saldım çayıra mevlam kayıra her manasıyla doğru, Patara’da da harabeler
üzerinde koyunlar keçiler otlamaya devam ediyor- tıpkı Selçuk Efes’teki gibi.
537: Kaş tuhaf yer. Hatrısayılır bir
25-30 yaş civarı kitle var beldede ve merkez akşamları çok hareketli, ben yol
üstünde üç tane canlı müzik yapan yer saydım. Bir Mavi Bar tutturmuş gidiyor
herkes, ayıp olmasın diye biz de oturduk. Ondan gayrı buradaki dükkanların
sattığı mallar da çok özgün, her gördüğümde, Kuşadası Kaleiçi’ni istila etmiş
çakal esnaf ve onların sattığı sahte mallar aklıma geldi gezi boyunca, Kuşadası
ne kadar şanssız bir memlekettir ya… Kaş’taki oteller apartmandan bozma, ama
yine de Çeşme’dekilerden iyi. Gece marinadaki Vita Restauran’da yedik, çok boş
olması dışında bir eksisi yoktu, biraz romantik kafalar biz iki erkek fatihle
baya sakil durduk, yapacak bir şey yok, sayfalar yabışıyo.
Bomba hadise,
son gün vuku buldu: O gün de bir tekne turu yapmak istiyor ama, bu 537 kmlik yolu
geri gideceğimizi de hesaba katarak tam günlük bir tura katılmak istemiyorduk,
bunlardan iki tanesini geçtiğimiz üç günde yapmıştık zaten. İstediğimiz iki üç
saat boyunca gezeceğimiz ufak bir tekneydi ama bu iş iki kişi için çok
tuzluydu. Bu sırada iki çift gördük, onlar da bizim gibi bir tur organize
etmeye çalışıyorlardı, onlarla beraber biraz arandık, olmayınca ayrıldık. Saat
sabah 11’de gözümüzün önünden tekneler bir bir kalkarken, iki kendine faydası
olmayan adam bir banka oturmuş terimizi siliyor ve hiç konuşmuyorduk. Derken
ben kalktım arabaya geri gitmeyi teklif ettim. Ne de olsa motoru olup dili
olmayan siyah Polo’mla bir şekilde eğlerdim kendimi- veya buna ikna olmuştum.
Tam o sırada dörtlü grubu ufak bir teknede gördük, bize heyecanla el ettiler,
biz de kısa bir kararsızlıktan sonra onlara dahil olmaya karar verdik. İçeride
bizim gibi birkaç kişi daha vardı, toplamda on kişilik ufak bir tekneyle
tatilimizin en güzel gününü geçirdik. Dünya gözüyle cüssesine nazaran şaşırtıcı
hızda hareket eden carettalarla yüzdük, Kaş’a niye balya balya insanın dalmak
için geldiğini suyun altında geçirdiğimiz dakikalar boyunca daha iyi anladık, Bir
Fatih Akın filmini anımsatan bir iştah ve muhabbetle aynı yemek masasının
etrafında hararetli sohbetler ettik, kaptanın (sanırım adı Ömer’di) maharetli
eşinin yaptığı zeytinyağlıları afiyetle yedik, kaptanın eski patronu olan
İtalyan’ın nasıl olup da teknesine “Dua” adını koyduğunu anlamaya çalıştık,
geminin ufak güvertesinde gölgeye kıvrılıp hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini onu gerçekleştirmek
için hiçbir şey yapmayacağımızdan emin olduğumuz için bildiğimiz hayaller
kurduk. Bu turları Ölüdeniz’de ve Göcek’te de bu şekilde yapmamız gerektiğini
işte o zaman anladık. Fakat heyhat! Anladığımızda, ben dönüş için kontağı
çevirmiştim bile.
572: Ben Likya turunu tamamlayıcı
olması hasebiyle UNESCO Kültür Mirası Listesi’nde olan Xanthos ve Letoon’a da
gitmek istedim, bir şeyler olduğunu kestirebiliyordum, ama karşılaştıklarım
yine de beni dehşete düşürdü. Kapandıktan sonra gittiğimiz için sadece Xanthos’un
ana meydanını görebildik, bize orada engel olabilecek herhangi bir görevli
olduğundan değil, güneş batmak üzere olduğundan… Xanthos, trajik hikayesi bir
yana, en meşhur eserleri British Museum’a kaçırıldığı için de talihsiz bir kent
(ama hala mesela bilinen en uzun Lik yazıtı Xanthos’ta), ama en büyük
talihsizliği bizim yönetimimizde olması sanırım, çünkü, Patara’da en azından
göstermelik olan denetimler, yönlendirmeler, broşürler buradan komple esirgenmiş, bir kere güvenlik hak
getire, herhangi bir taşı insanlar çalıp evine koymuyorsa tamamen kendi iyi
niyetlerinden… Sanırım sözlükte, şehrin altındaki su seviyesi yüksek olduğu
için kazıların iyi gitmediği yazılmış, bunu anlayabilirim, zaten anlamak
zorunda da değilim, aklım ermez… Ama şunu biri anlatsa sevinirim: Gördüğünüz mozaik
toprağın sadece iki parmak altında, bunu ortaya çıkarmaktan bizi alıkoyan ne
olabilir…

5 gün sabah
10-akşam 12-1 gezi, 1074 km, dört ayrı belde. Pekala karadan yapılmış bir mavi
tur olarak adlandırabiliriz aslında, daha Saklıkent’e, Kekova’ya gidemedim.
Güzel geziydi, bilhassa deniz tutkunlarına tavsiye ederim. Tuhaf ki pazartesi
sendromunun en yoğun hissedildiği bu saatlerde bunları tekrar hatırlamak beni
kötü bile yaptı: Çok eğlendiğin bir tatil sonrası sanki dergiye yazı
yetiştiriyormuşçasına didinip yorulduğunda, yazını editleyip vazifeni yapmış
olmanın rahatlığı geçer geçmez, el ayak çekilip yalnızlığınla bir başına
kaldığında ve hayatında aslında hiçbir şey değişmediğini fark ettiğinde,
kendine şu soruyu sorarsın: Benim hayatım hep böyle mi geçecek? İşte bu geziye, bu sorunun cevabını birkaç günlüğüne değiştirmek için bile çıkılır.