10 Ekim 2010

Celp

Kitab-ül Hiyel'e saygıyla...

Veda mailı yazıldı. Son Pera seferi düzenlendi. Moda sahilde son bir kez iç çekildi. Hakkı geçenlerle helalleşildi (Babaanne hariç. O çok hasta. Ziyaret edildiğinde hasta olunacak kadar). Bir göz kira evi boşaltılınca bütün o evde geçen zamanlar, izlenen filmler, ağırlanan misafirler sanki fotoğraflarda kaldı sadece. Ahir zamanda zaten soğuk olan ev, artık geçmiş kadar soğuk. (O soğukluğu, yabancılığı laminatta ayakkabıyla yürüyünce, daha iyi anlamıştı.) Telefon bile kapatıldı. Galip bu duyguyu biliyor. Sıfırdan başlama duygusu, zaman çizgisinde bir kırılma. (okuyucu, lütfen Back to The Future II'da Emmett Brown'ın tahta önündeki sahnesini hatırla) Yirmili yaşın ortasında bu duyguyu dördüncü yaşayışı. Üçüncü kez başladığı noktadan, Dersaadet'e bakıyor Galip. Gitmeden önce şehrin bu manzarayla hatırında kalmasını istiyor, bir bilgisayarın birlerinde/sıfırlarında değil; çünkü fotoğrafın göstermekte kifayetsiz kaldığı bir duygu var, derinlik. Sadece hacimsel olarak değil, duygusal derinliği de yok meretin, konu İstanbul'sa derinlik çok önemli olabilir. Biraz daha vakti var. Rumelihisarı'na kahvaltı yapmaya gelenler sökün etmemiş henüz. Şehre doyasıya bakma ayrıcalığının sadece ona bahşedildiği zaman dilimi henüz geçmemiş.

Derken gözü görmez oluyor. Şiirdeki gibi, her yer karanlık oluveriyor birden. Ama şehrin siluetini henüz hafızasına tam olarak kazıyamamıştı, karşıdaki Kandilli Kız Lisesi miydi, Anadolu Hisarı'nın yanındaki bina Sabancı'nın mıydı, bu sorular hala flu. Gözünün önündeki perdeyi kaldırması, bu kabustan sıyrılması lazım. Bir baskı hissediyor gözünde, elini gayriihtiyari gözüne götürüyor. Bir çift el gözünü kapatmış. Gülümsüyor Galip, biri buna bu çocukluk şakasını yapmayalı yıllar olmuştu. Elleri gözünü kapatan ellerin üzerinde geziniyor bir süre, narin, uzun parmakları tanımıyor. Sadece dokunarak tanıyabileceği bir el var mı Galip'in, bu soruyu kendine sormaya korkuyor. Huysuzlaştı, “Sen kimsin?” diyor Galip. Gözünü kapatanın bir kız olduğunu cevapla anlıyor: “Mevlana” diyor kız, “ne güzel demiş: İnsan dediğin gözden ibarettir, geri kalanı deri.” Galip biliyor ki en dıştaki deri, ölüdür. Merakına yeniliyor Galip, bir hışımla kızın ellerinin oluşturduğu prangadan sıyrılıp arkaya dönüyor. Bankın arkasında hayret eden bir çift ela göz karşılıyor kendisini, neden sonra kızın güzelliği gözünü alıyor. Hiç yazılmamış bir romanın kahramanı olarak Galip, kızın adını soruyor, kız gözüne o kadar güzel geliyor ki, şehrin siluetini hatırlamak yerine Gözde'yi -Gözde'ymiş adı- hatırlamakla da avunabilir. Galip gözlerini dikmiş Gözde'nin kıvırcık uzun saçlarına bakıyor şimdi. Simsiyah saçları omzunun üstünden, simsiyah boğazlı kazağına düşüyor. Toparlanıyor Galip, etkilendiğini belli etmemesi lazım, ne istiyor şimdi bu kız? Niye konuşmuyor? İçinden "lütfen bir şey desin" diyor Galip, "yoksa daha başlamadan bitecek". Gözde'nin gönlündense “Ne olur gözümün içine baksa” diye geçiyor, “gözlerini kaçırmasa. Gel yanıma otur dese...” Böyle saniyeler geçiyor, geçiyor...

Gitmeden önce son saatine girdiğini hatırlayınca kafasını çeviriyor Galip, önüne döndüğünde boğaz gözüne daha bir güzel görünüyor, sanki denizi ilk kez görmüş gibi hissediyor kendini. ...ve bakıyor. On yedi yaşında külüstür bir otobüsle bu şehre ilk geldiğinde, rehberin sessiz bir tonla Boğaziçi Köprüsü'nden geçiş anonsuna müteakip otobüste uyanık kalanlarla birlikte yaptığı gibi hafifçe ayağa kalkmak suretiyle boğaza hayranlık ve yabancılıkla bakıyor.

Hiç yorum yok: