21 Eylül 2011

Para İçin

- Abi konuşmuyorsun?
- Ya sorma, ipnenin biri geldi sinirimi bozdu.

- Hayırdır abi?

- Ya ben yoruldum bilader. Geliyorlar her gün, aptal saptal abuk subuk bir sürü şey soruyorlar. Anlatmak istemiyorum, konuşmak istemiyorum, muhatap olmak istemiyorum artık insanlarla. Yol soruyorlar mesela, tarif etmek istemiyorum. Demin buraya eski bir müşterim geldi, senin oturduğun koltuk için (farklıydı, diğer ikisinden) dedi ki “bu koltuk ne?”. Dedim “satılık”, kestirdim attım. “Abi niye böyle diyosun, niye tersliyorsun vs”, bir sürü atar yaptı bana. Ama koltuk harbiden satılık yalan değil. Bak arkaya iki tane masaj makinası aldım koydum, paraya ihtiyacım var benim, altmış yetmiş lira kadar borcum var. Bu koltuk da öyle özel masaj koltuğu aslında. Sonra (lavabonun kenarındaki kılları göstererek) “bunları niye almıyosun” dedi, “bilader” dedim “sana ne? Tıraşını oluyosan ol, olmuyosan bas git.” Bunun eli falan titremeye başladı, gidecek gidemiyor, kalakaldık ikimiz de dükkanın ortasında. Gitsin, onu tıraş etmek, onun parasını almak isteyen yok zaten. Sonra oturdu yok enseyi şöle kes, yok boğazımda kıl mı kalmış, yok şurayı da al. Ulan on beş senedir geliyorsun bana, tamam sen büyüdün de, benim yaşım da ufalmadı ki, kırk küsur yaşıma gelmişim, bırak o kadarını da ben bileyim. (Ben onun sandalyesinde saç tarif etmeyi, bundan on iki sene önce, takriben üçüncü traşım falandı, bırakmıştım. Bana Nazilli’deki berberimin tıraşındaki falsoları gösterip, “bu saçı beğenip kalktıysan, bir daha bana tıraş tarif etme” demişti)

- Bana küfrediyorlar mesela duymazdan geliyorum ben, kafamı çeviriyorum. Bak eskiden hem konuşup hem tıraş edebilirdim, artık yapamıyorum, ellerimi falan kontrol edemiyorum. Ben uğraşmak istemiyorum artık, onun gırtlağına yapışayım, berikini yere yatırayım bi tane asılayım istemiyorum. Bir şey anlatmak da istemiyorum. Benim evimdeki iki çocuğum olmayacak, sokağın ortasına yatırır adam keserim, sokağa çıkartmam kimseyi, polis kafayı çevirir, öyle de deli gücü var bende.. Ama işte, Rabbim biliyor, bağlıyor beni. Kenarda bir kuruş param, tek bir toplu iğnem yok benim. Bu dükkan işlemezse benim çocuklarım aç kalır. O yüzden sabrediyorum. Bu benim imtihanım. Çocuklarım için…


Gitti, kapıyı kapattı. Eşşek kadar adam ağlamaya başladı. Ölümlerde hiç ağlamadığından bahsetti. Bu yanıyla bana benziyordu. Utandım onu konuşturduğum için, pişman oldum. Adam Zeki Demirkubuz filmlerinden fırlamış gibiydi hakikaten. Hiç durmaksızın aynadan gözümün içine baka baka, bağıra çağıra konuşuyor, etrafımda elinde makas dolaşıyor ama hakikaten saçıma dokunamıyordu. Arada beni taltif ediyordu, ama biliyordum ki bu kadar açık konuşmasının benle bir alakası yok. Bana anlatıyordu, bana herkes anlatır. Birçoğunun hayatında hiçkimseyim ben. O insanların etrafından başka tanıdığım bir insan yok, gidip söylediklerini eşlerine, arkadaşlarına gammazlayamam istesem de. Göz temasını kaçırmadan, anlattıklarını sessizce dinliyor, küfrettikçe elimde olmadan gülüyordum, o kadar da akıcı konuşurdu. (Bütün bunları dinlemek bana acı veriyordu, yazmak da acı veriyor, özelini faş ederek ona ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum)

- Mesela senin fabrikana geleyim ben, yüz kişiyi göster, hangisi esrarkeş, hangisi akşam ne işler çeviriyor, hangisi namaz kılıyor, hangisi adi köpek söylerim sana. Burada para verirken, parayı cüzdandan çıkartışlarından, parayı uzatışlarından, kime bu ücret çok gelir, kim istemeye istemeye verir, anlarım. İnsanlar işsiz bu ülkede, insanlar hakkını alamıyor. Birbirlerine sarıyor, birbirlerini gözetliyorlar o yüzden. Her yerde erkekler birbirlerini çekiştiriyorlar konuşmaya başlar başlamaz, kadınları geçtiler. Para için, bir lira için, üç lira için “vallahi billahi” diye yemin ediyo adamlar. “Anam avradım olsun” diyor. “Çocuğumun ölüsü üstüne” diyor. Para için!


- Ama işte benim çocuklara zaafım var… Dün bir çocuk geldi mesela. Eline beş lira sıkıştırmış annesi yollamış. Girdi içeri, elinde para, utana sıkıla sığıntı gibi oturdu kenara. Çocuk o yaşında biliyor ki, o para ile burada tıraş olamaz. Ama annesi çok akıllı, kendisi getirse bana çocuğu, benim gerçek fiyatı söyleyeceğimi biliyor, o yüzden çocuğu yolluyor. Ben çocuğu geri çevirsem, gidecek bir kasabın önüne oturacak, onu koyun kırpar gibi kırpacak o kasap da. Geldi böyle oturdu koltuğuma, başını okşadım onun, bu sefer aslında ona iyilik yaptığımı hepten anladı ve daha çok utandı çocuk. Ama çocuk kıt kadar aklıyla bunları düşünüyor, kendi saçına her gün fön çektiren annesi çocuğun ezileceğini düşünüp eline bir beş lira daha sıkıştıramıyor. Önleri kesmedim bu sefer çok, iyi mi böyle?

Teşekkür ettim, sandalyeden kalktım. 2001 krizinin hemen ardından, memleketi yeni yeni kurtarmaya başladığımız zamanlarda matematik hocam bir sohbet sırasında, -yine gözümün içine bakarak- “hayattaki temel soru şudur Mehmet" demişti: "Ne pahasına?” O soru, az önce dükkandan çıkarken yine aklıma teğellendi. Bir gün cevabını bulursam, söz sizle de paylaşırım, başlığa aldırmayın siz. 

4 yorum:

ggg dedi ki...

catch up yapiyorum
cok guzel yahu

metus dedi ki...

memleketin berber hikayesi bitmeeez.

ahir zaman kahvehaneleri :)

ggg dedi ki...

dukkani kapatip hastalanan berber bu mu?
insallah degildir, boyle iyi insanlar olmesin hastalanmasin
ggg

metus dedi ki...

evet o.