10 Mart 2012

Evrimin şartı olarak adaptasyona iman

Evrim teorisine göre doğal seleksiyona uğrayan neslin iki özelliği vardır: Genetik çeşitlilik ve adaptasyon kabiliyeti. Tam bilmiyorum, cahillik zor zanaat. (Yazıyı da bunun üzerine kuracaz, saçmaladıysak ayıkla pirincin taşını) Bu hipotezden insanın adaptasyonunun gelişmiş olduğunu, ve bu gelişmişlik sayesinde en üstün mahluk olduğunu varsayabiliriz sanırım. Türkçenin canını yiyeyim: Doğal seleksiyon dediğin, bildiğin doğal seçilim, tabi seçilmişlik biraz uhreviyet barındırıyor, en azından bendeki çağrışımı o. (Ahzab Suresi’nin 72. ayetinin de bu algımda etkisi olmalı.) O yüzden, en azından bizim zamanımızdaki biyoloji kitaplarında seleksiyon olarak geçerdi bu terim. Adaptasyon da, bildiğin alışma. Yani uzun sözün kısası, insanoğlu ortam şartlarına adaptasyon göstermekte bu kadar başarılı olmasaydı, en güçlü olarak doğaya hükmedemeyecekti. Halbüse bu fakire sorsanız, insanın en pis özelliği budur: İnsan, alışır. Kanıksar. Fiziksel ve ruhsal olarak kaldıracağını hiç düşünmediği şartlara paşa paşa uyum sağlar. Bunun alışma değil adaptasyon olarak literatüre geçmesi de alışmanın bir tevekkül ima etmesi mi yoksa? Senin kedi canını ben…

İslam’ın, yani bir müslümanın temel argümanıysa inanmaktır. “Din” demişti, Hilmi Yavuz, soğuk TB binasında bir cumartesi ders anlatırken, “bir iman meselesidir. Din bir iman meselesi olmasaydı, imtihan diye bir şey olmazdı.” Bu cümle, benim dine bakışımı tümden değiştirmeye yetmişti, ayrıca biriyle inanma/inanmama eksenine girilen bir tartışmanın niye beyhude olduğunu da bu sayede idrak etmiştim. Bunun din temelli bir meselede aklı bir adım geri plana iten bir önerme olduğunu anlamamsa biraz zaman aldı. Hilmi Yavuz, dinin salt akıl meselesi olması durumunda, akıllı ve akılsız birey arasında bir haksız rekabet olacağını iddia ediyordu. Ayrıca, akıl, akıldan üstünken, kimin doğru söylediğini, yani kimin daha akıllı olduğunu nasıl ölçebilecektik? Sonra Gazali’nin bu doğrultuda bir cümlesini okudum, o daha tehlikeliydi: İnsan aklının bir limiti olduğundan bahsediyordu- benim kabul etmeye meyyal olduğum bir önerme. “Ama” diye öldürücü cümleyi sona saklıyordu: “bir konunun akılla kavranamıyor, yani akıl dışı olması, onun akla, dolayısıyla mantığa aykırı olduğu manasına gelmez”. Neyse, kafa ütülemeyi bir kenara bırakalım, bence insanın en büyük zaafı da budur. İnsanın inancı tutunacak dalıdır. Siz inanacak bir şey gösterin, peşinden gider. Uğrunda heder olunacak bir dava, uğruna çöllere düşülecek bir Leyla, gerçekle olan bağlantısını koparacak bir hobi, onu tüm gün eğleyecek bir meslek hatta. Ya inandığının onu yüzüstü bıraktığı hissine kapılırsa? Film burada kopar, insanın gardının düştüğü andır orası. Tüm bildiklerimizi unutur, aldatılmışlık hissine kapılırız. Aynı hataya kaçıncı kere düştüğümüze hayret ederiz. (İşin ilginci bu duygunun sadece kendi başımıza geldiği zannına kapılırız, halbüse Hz. İsa bile, İncil’e göre, “beni niye terk ettin” diye isyan eder babasına çarmıha gerilirken.)

Ama gözünüzde çok büyütmeyin, ona da alışırız. Ben blogçunuz olarak bilinçlendirme görevimi yapayım: Ben ettim siz etmeyin. Siz siz olun, alışmayın. İdareten kabul ettikleriniz, kaderiniz olmasın.

4 yorum:

sagittarius dedi ki...

matrix'te ajan smith, insanoğlu nun diğer memeliler gibi uyum sağlamak yerine göç etmeyi tercih ettiğini söylüyodu ya (hatırlamıyosan kafamı keserim). o da haksız sayılmazdı.

metus dedi ki...

Sagittarius, bence benim için bu kadar büyük iddiaya girme. Matrix serisini sadece bir defa izledim :)

bellatrix dedi ki...

Başlık güzel. Yazı da öyle, ama başlık daha bi...

metus dedi ki...

Beğeneceğini hiç düşünmemiştim, yazıyı yerden yere vurmana hazırlanmıştım açıkçası :)) çok teşekkürler.