Arkadaşımın
aşkı ile hayatıma birdenbire bir başkası girer, acımasız bir öteki, bir kitap
arası, potansiyel bir düşman. Kimdir bu arkadaşımın aşkı? Onu hak ediyor mu?
Onu benim kadar tanıyor mu? Benim kadar anlıyor mu? Arkadaşımla arama giren bu
yabancıdan, aklım ne derse desin, bütün gücümle nefret ederim… Arkadaşıyla
aşkının arasına girmeye çalışanlar, ‘nasılsa yakında bitecek’ diye pusuya
yatanlar ya da hemen arkadaşının aşkını da ‘kazanıp’ üçlü düzene geçen (ikisi
de aynı kapıya çıkar) becerikli stratejistler vardır, onlardan söz etmiyorum.
‘Hiç bitmeyecek, hiç bitmeyecek’ diye ortalıkta dolaşanlardan söz ediyorum.
Arkadaşlığa yürekten sadık oldukları için gardını almayı bilmeyenlerden, Oktay
Rıfat’ın güzel dizesindeki gibi birdenbire ‘unutuluşun çiyiyle ıslak’, ne
ıslağı, sırılsıklam, sıçana dönmüş bir halde kalakalanlardan, zokayı yutmuş
balık gibi sersem sersem ortalıkta gezenlerden, kendileri terk edilmiş birer
aşık gibi arkadaşlarının yasını tutanlardan söz ediyorum. Çünkü derin
arkadaşlık en çok gençlikte aşka benzer. (Yaş aldıkça türlü tehlikeler
atlatılıp ayakta kalmışsa arkadaşlık da karşılıklı ‘sevgi ve saygıya dayalı’
bir çeşit evlilik haline gelir.) Durmadan birlikte gezen iki arkadaştan
birinin, dalgın dalgın tek başına ortalıklarda dolaştığını görürseniz bilin ki
ortada bir ‘arkadaşımın aşkı’ durumu vardır. Oscar Wilde, nüktedanlığı bir
kenara bıraktığı anlardan birinde, ‘arkadaşlarımızın acılarına üzülmek marifet
değil, marifet arkadaşlarımızın mutluluklarına gerçekten sevinebilmektir, bu
çok daha enderdir’ demiş. (Fatih Özgüven, Yerüstünden Notlar)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder