Aşağıdaki röportaj Altüst
dergisinin internet sitesinden kopyalanmıştır http://www.altust.org/2012/04/tanil-bora-milliyetcilik-dogallikla-mesrulastirilamaz/
Söyleşinin bir önceki sürümüne http://metusmehmetus.blogspot.com/2011/06/milliyetcilik-nereye.html
den ulaşabilirsiniz. Ne de olsa bir başka memleketim, eski sürümlere uygundur.
Arife
Köse: ‘Türkiye’de bugün milliyetçilik
ve ırkçılık’ gibi bir başlığı konuşuyor olmamızın en önemli nedenlerinden biri
özellikle Van depreminin ardından en görünür yüzünü medyada gördüğümüz, en
hafif haliyle ‘onlar da insan’, en ağır şekliyle ise ‘Allah belalarını verdi’
söylemiyle ifade edilen bir kesimin görünür şekilde ortaya çıkmış olması. Ne
hissettiniz, ne düşündünüz bu söylemler karşısında?
Tanıl
Bora: Bunları
çok görmemeye çalıştım. Ben facebook ya da twitter kullanıcısı değilim, eşimden
ya da arkadaşlarımdan duydum bu tür mesajların varlığını. Ama kuşkusuz insan
bunun üzerine düşünüyor. Burada orta sınıf egoizmine bulaşmış bir ırkçılık
görüyoruz. Bu, genel olarak halden anlamazlık, şiddetli empati yoksunluğu
aslında geçmeyen bir ergenlik belirtisidir. Milliyetçilik, her toplumun
atlatması gereken bir ergenlik sivilcesi gibi görülür. Bence milliyetçilik,
geçmeyen ergenliktir. Erkekliğin, maçoluğun en sevimsiz, en kıyıcı tezahürleri
olan ebedî oğlan ergenliği, milliyetçiliğin karakteridir. Ayrıca bu söylem, şiddetli
empati yoksunluğu ve ‘öteki’ olarak gördüğünü çok kolayca dünyadan ve
insanlıktan ihraç etme, asla ama asla kendini onun yerine koymaya çalışmama
biçimindeki orta sınıf egoizmi ve orta sınıf zihniyeti ile de çok bağlantılı.
Arife
Köse: Türkiye’de milliyetçiliğin ve
ırkçılığın oluşumuna bakarsak, milliyetçiliğin etkisi açısında ulus devletin
oluşumuyla örneğin Avrupa’daki ulus devletlerin oluşumu arasında bir fark var
mıdır? Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinin milliyetçilik açısından
belirleyici nitelikleri nelerdir sizce?
Tanıl Bora: Türk
milliyetçiliğindeki en büyük etken, ki onu Balkan milliyetçilikleri ile aynı
kategoriye koymayı mümkün kılan bir özellik, gecikmişliğidir. Gecikmişlik
göreceli olabilir tabii, buna gecikmişlik algısı da diyebiliriz. Millet
olmakta, millet inşasında geç kalmış olma duygusu; geç uyanmış olduğunu
düşünerek, hatta imparatorluk özgüveniyle fazla hoşgörülü, fazla esnek
davranarak millî refleks geliştirmekte gecikerek kendi kendine ihanet ettiğini düşünerek, enayi yerine konmaya, horlanmaya göz yummuş olduğunu düşünerek, bu
gecikmeyi telafi etmeye yönelik şiddetli bir hırs ve hınç beslemek. Gecikmiş
millet inşasını olabildiğince hızlı telafi etme duygusu çok güçlü bir duygu
Türk milliyetçiliğinde. Rusya’yla ‘93 Harbi (1877-78) ve Balkan Savaşları bu
açıdan dönüm noktası. Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele
birbirine bağlanan süreçler. Bu uzun eşikte yoğrulan ve yatağına oturan bir
milliyetçilik Türk milliyetçiliği. Bu gecikme telaşı, alarmizm dediğim şey yani
alarm duygusu, ciddi bir yok olma endişesi, beka kaygısı dediğimiz psikotik
hal. Bu beka kaygısının daha sonra belirli eşiklerde yeniden üretildiğini
görüyoruz. Soğuk Savaş döneminde komünizm tehdidiyle yeniden üretiliyor.
Jeo-stratejik konumun hassaslığı nedeniyle Türkiye’nin sürekli tehdit altında
olduğu ve hep teyakkuz halinde olmak gerektiği duygusu hakimdir. Soğuk Savaş
sonrasında da en önemli etmen olarak da Kürt meselesinin ve bölünme tehdidinin
bunu yeniden ürettiğini görebiliyoruz. Kuşkusuz her şey aynen devam ediyor
diyemeyiz, elbette değişiyor, ama kalıcı bir örüntü olarak, kalıcı bir yapı
olarak bu gecikmişlik duygusu ve onun verdiği güvensizlikte, beka kaygısına
dayanan alarmizmde, sürekli müteyakkız ruh halinde belirli bir devamlılık var.
Bu da sürekli bir olağanüstü hal rejimine dayanak oluşturuyor. Burada da
ergenlik semptomlarını görebiliyoruz. Tabii ki bu ergenlik metaforunu
abartmamak ve her şeyi bununla açıklamaya çalışmamak lazım – ama en azından
tasviri gücü yüksek bir metafor olduğu açık.
Arife Köse: Toplum açısından baktığımızda
şöyle bir manzara çıkıyor karşımıza; Başbakan Tayyip Erdoğan anayasa
değişikliği referandumundan hemen önce, devletin Öcalan ile görüştüğünü kabul
etmiş ve buna rağmen sandıktan yüzde 58 ‘evet’ oyu çıkmıştı. Yani aslında
toplumun belirli bir kesimi bu gerçeğe de ‘hayır’ dememiş oldu. Ama yine aynı
toplumun aynı zamanda çok kolay teyakkuza geçebildiğini de görüyoruz, tıpkı
Hakkari- Çukurca’daki olaylardan sonra olduğu gibi. Çelişkili gibi görünen, çok
kısa zaman dilimleri içinde aynı toplumda var olabilen bu durumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Tanıl Bora: Milliyetçilik
bir takım merkezlerce düğmeye basılarak harekete geçirilen yapay bir oluşum
değil. Toplumsal bir karşılığı var. Kurumsal bir takım reaksiyon unsurları
olduğu doğru ama devlet tarafından bir kukla gibi yönetiliyor gibi
tasarlayamayız milliyetçiliği. Elbette ki devletin ya da iktidarın
yönlendirmesinin çok payı var. Bir olağanüstü hal havası, millî seferberlik
havası yaratıldığında, bunun işaretleri verildiğinde, devlet güvencesiyle ve
devlet teşvikiyle seferber olmaya yatkın bir kitle tabanı var. Bunu hesaba
katmakla beraber komplocu ve tepeden inmeci analizlere şüpheyle yaklaşıyorum.
Örneğin geçmişte MHP’nin de tamamen kontrgerilla tarafından tertip edilmiş bir
operasyon olduğu açıklamasına itibar edenler çok oldu. Böyle bir boyutu da
olmakla beraber MHP’nin kendi gerçekliği de vardı, bunu göz ardı edemeyiz.
Birileri düğmeye basıyor olabilir ama düğmeye basıldığında coşmaya hazır bir
potansiyel var, bunu görmezden gelemeyiz. O potansiyel düğmeye basılmadığında
da duruyor orada.
Bir de şu noktayı vurgulamak istiyorum.
Milliyetçilik, onu bu kadar önemsememiz hilafına, kendi iddiasının da hilafına,
her şeyi belirlemiyor, kendi başına bir gündem değil. Milliyetçilik, somut
siyasal, toplumsal gündemleri kendine uyarlayan, aslında daha doğrusu onlara
tahakküm eden, onları deforme eden bir ideoloji ve siyasettir. Yine de, şükür
ki, başka toplumsal ve siyasal gerçeklikler varlıklarını sürdürüyorlar.
İnsanlar bir şeye karar verirken, bir şeye kızarken, bir şey için seferber
olurken, milliyetçiliğin iddia ettiği gibi, sadece millî dürtülerle ve
önceliklerle hareket etmiyorlar. “Millî” denen konularda bile böyle olmuyor bu!
Dolayısıyla bir millî infialin beklenebileceğini durumlarda başka öncelikler
öne geçebiliyor. Bundan birkaç yıl önce MHP’nin bir seçim sloganı vardı, ‘Tek
bir cevap yeter’. AB meselesi, Kürt meselesi, ekonomi – hepsinin tek bir cevabı
vardır buna göre. Milliyetçiliğe çok uygun bir slogan gerçekten. Milliyetçilik
her şeyin tek ve yalın cevabı olduğunu söyler ama hiçbir şeyin cevabı değildir
aslında. Her konunun kendi özgül alanına ilişkin özgül bir cevabı vardır.
Milliyetçilik bütün bu cevap arayışlarını tek bir cevaba indirgeme
iddiasındadır, ama hiçbir şeyin cevabı da değildir.
Arife Köse: Ama bir karşılığı var ki toplumda
MHP hâlâ oy almaya devam ediyor ya da milliyetçi duygular bu kadar hakim
olabiliyor zaman zaman. Demek ki bir cevap üretiyor…
Tanıl Bora: Tabii
ki üretiyor, çünkü çok kolay ve hazır bir cevap üretiyor: Kimlik. İster etnik
ister kültürel temelde tanımlanmış olsun, millî kimliği bir olgu olmanın
ötesinde başlı başına bir değer ve bir cevap, bir programmış gibi sunuyor.
Milliyetçilik kimliği bir siyasal program gibi sunma becerisine, gücüne,
imkanına sahip bir ideolojidir. Cazibesinin belki en güçlü kaynağı bu zaten.
Bir kimliği bir program haline getirmek, sözgelimi “Türk olma”yı başlı
başına bir değer ve başlı başına bir siyasî program yerine getirmek, gayet
konforlu bir durum, “Türk” olana kendini iyi ve güçlü hissetmeyi vaad ediyor.
Sırf Türk olmakla siz değerlisiniz, sırf Türk olmakla zaten bir cevaba
sahipsiniz meseleler karşısında. Bu, insanın kendisini iyi hissetmesini
sağlayan “kolay” bir “çözüm”. Edinilmiş, edineceğiniz, inşa edilmesi gereken
bir değere hacet olmaksızın buna sahipsiniz. Bu kof, altı boş ama cazip bir
şey. Bu milliyetçiliğin hem kritik eşiklerde çuvallamasını, bir politik seçenek
ortaya koyamamasını ama bir yandan da dokuz canlı olmasını sağlayan bir temel.
Arife Köse: Peki bugün milliyetçiliğin
yükseldiğini söyleyebilir miyiz? Bu ruh hali ne kadar belirgin ya da hakim
sizce bugünün toplumsal ve politik atmosferine?
Tanıl Bora: Yaklaşık
20 yıldır, bu “yükseliyor mu, alçalıyor mu?” anketlerine muhatap oluyorum
inanın! Ve hep şunu söylemeye çalışıyorum: Konjonktürel gelişmelere göre bazen
alçalıyor, bazen yükseliyor, ama önemli olan, hep orada sotada bekliyor olması,
düşük denen seviyesinin de yeterince yüksek olması! Bence önemli olan budur.
Uzun vadeli bir bakışla şunu söyleyebiliriz: “Normalleşme”, “istikrar”
süreçleri güçlendiğinde geriliyor milliyetçi teyakkuz; millî meselelerle
alakası olmaksızın, herhangi bir gerilimde de kolayca yükseliyor. Çünkü yangın
söndürme setimizde bu var, politika esnafının alet çantasında bu var, başka da
fazla bir şey yok.
Arife Köse: Bu kimliğin ‘öteki’leri de var
değil mi?
Tanıl Bora: Tabii,
zaten milliyetçiliğin çukuru da budur. Düşman imgelerine muhtaçtır. Her siyaset
aslında düşman ya da hasım tanımıyla var olur. Burada düşman ile hasım
arasındaki fark önemli; düşman yok edilesidir; hasmı ise alt etmeniz,
geriletmeniz, nötralize etmeniz, mağlup etmeniz, en önemlisi, bazen de
dönüştürmeniz gerekendir. Milliyetçilik, yapısal olarak, eğilim olarak hasım
değil düşman görür karşısında. Kimlik siyaseti, düşmanlaştırılan bir “öteki”ye
şiddetle muhtaç olan siyasettir. Kimlik siyasetlerinin ağası olan milliyetçilik
için, bu bir alamet-i farika. Özellikle Türkiye’deki gibi gecikmiş
milliyetçilikler, yani özgüven ve beka kaygısı yüksek milliyetçilikler
açısından düşman onsuz olunmaz kurucu unsurdur.
Arife Köse: Milliyetçi ve ırkçı ideoloji
açısından, bir düşman olarak ötekinin yok edilmesinde şiddetin nasıl bir rolü
vardır? Özellikle çatışmaların yeniden başlamasından sonra Kürtlere yönelik
olarak kullanılan şiddeti, hatta zaman zaman linç girişimlerini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Tanıl Bora: Milliyetçilik-ırkçılık,
şiddetin yegâne sebebi değil elbette fakat kuvvetli moderatörleri,
‘kolaylaştırıcısı’dırlar. Irkçılık, malum, bazı insan topluluklarını
insanlık-dışında sayar; onları eşiti görmez, insanca değerlere hatta merhamete
bile layık görmez. Yine malum, ırkçılık ve milliyetçilik, hele bizimkisi gibi
sosyal-Darwinizmden de ilham almış olanlar, topluma biyolojik ve tıbbi
metaforlarla bakarlar, sosyal ve millî problemlere “habis uru kesip atmak”,
“cerahati kazınmak” gibi bir terminolojiyle yaklaşırlar. Şiddet, cerrahi bir sağaltım
kavramıdır bu zihniyette. Kürtlere yönelik linç girişimlerinin kaynağında da bu
zihniyet var. Türkiye’de lincin skandallaştırılmaması, dehşet uyandırmaması,
gündelik dilde rahat rahat deveran eden, basitçe “haddini bildirmeyi”,
“şiddetli tepki göstermeyi” ifade eden bir kavram gibi kullanılması, bu derin
duyarsızlık, bence ayrıca ele alınması gereken bir arıza.
Arife Köse: Van’dan sonra ortaya çıkan ırkçı,
milliyetçi tepkilere yönelik, bu yaklaşımları onaylamasa da ‘anlayan’ iki
söylem ortaya çıktı; birincisi, ‘milliyetçilik ve ırkçılık da bir fikirdir,
düşünce özgürlüğü bağlamında onlar da konuşabilir’, ikincisi ise, ‘ama canım
Kürtler de fazla ileri gitmişti zaten’. Bu tür ırkçı, milliyetçi söylemleri
normalleştiren bu ifadeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tanıl
Bora: Milliyetçiliğin
ayakta kalmasını ve insanları kolay tavlamasını sağlayan yanı, aynı zamanda en
tehlikeli yanı, bu doğallaştırıcı söylemidir. Tepkileri, duyguları, bunların
dışavurumunu doğal, insanın tercihinden bağımsız, kabaran bir doğal afet kadar
doğal, bedenin bir refleksi kadar doğal sayar ve bu son derece tehlikelidir.
Duygular sandığımız kadar kendiliğinden oluşmuyor. Duygular oluşturulan,
beslenen, büyütülen, eğitilen güçlerimizdir. Milliyetçilik özellikle duygu
siyasetini yönetmekte çok iddialı ve mahir. Çünkü her şeyden önce elinde çok
güçlü araçlar var; hiçbir şey yoksa millî eğitim tornası var. Onun “doğal
tepki” dediği şey aslında insanların içine ekilmiş tohumlarla, kurulmuş
duygusal mekanizmalarla alakalı. Pek o kadar “doğal” değil yani! Milliyetçilik
doğallıkla meşrulaştırılamaz. Hem o kadar da doğal olmadığı için, ikincisi,
“doğal” olan sorgulanamaz olmadığı için. İnsanın temel vasıflarından biri kendi
doğasını da sorgulayabilmesi ve değiştirebilmesi değil mi?
Arife
Köse: Peki ırkçı fikirleri ifade etmek
düşünce özgürlüğü müdür? Örneğin, ‘Vanlılar bunu hak etti, Allah belalarını
verdi’ demek düşünce özgürlüğü müdür?
Tanıl
Bora: Bu
bir düşünce değil. Düşünmenin yerine kör öfkeyi, nefreti geçiren bir ‘şey’.
İnsanlar olarak ortaklığımızı yok sayan, konuşmanın, iletişimin imkanını
ortadan kaldıran, insan ilişkisinin imkanını iptal eden bir ‘şey’.
Arife
Köse: Bu tür ırkçı-milliyetçi
söylemlerin üretilmesinde devletin rolü nedir sizce?
Tanıl Bora: Bütün
milliyetçilikler iki yanlıdır ve iki kutup arasında salınırlar. Bir uçta
vatandaşlığı esas alan, ortak vatanı, ortak yaşam ve deneyim bağını millî
kimliğin ve milliyetin esası sayan bir kutup var. Bir de, o milliyeti mutlaka
bir özle, dinsel, kültürel bir kimlikle yücelterek biricikleştiren kutup var.
Bütün milliyetçilikler bu iki kutup arasında salınır. Türk milliyetçiliğinde
ikinci kutup baskındır her zaman. Bu özcülüğün illa soy sop, kan, ırk
milliyetçiliği olması gerekmez, kültürel ırkçılık da olabilir. Türk kimliği
kültürel temelde de tanımlanmış olabilir, ama özcü milliyetçilik Türk
milliyetçiliğinde her zaman barizdir. Cumhuriyetin kurucu elitinden Mahmut Esat
Bozkurt’un ölümsüz bir ayrımı var: kanun Türk’ü ve öz Türk ayrımı. Kanun
Türk’ü, kanun nezdinde, anayasal temelde Türklüğünü kabul ettiğimiz fakat
gerçek anlamda Türk olmadığını bildiğimiz kişilerdir buna göre. Öz Türkler ise,
etno-dinsel ya da etno-kültürel temelde Türk olarak tanımlanırlar, “sahici”
Türklerdir. Bu ayırım yazılı olmayan bir anayasal ölçüt olarak her daim
geçerlidir. Bunu değiştirmek ve sökmek için salt anayasa değiştirmek, salt
devlet nutku söylemek yeterli olamaz. Bu gerçek bir zihniyet dönüşümünü
gerektirir. Çünkü bu, çok derine işlemiş bir şey. Öz Türk tanımında, yani
vatandaşlık bağını yeterli saymayan bir milliyet ve millî kimlik tanımında
Kemalist resmi milliyetçiliğin yanı sıra hemen bütün diğer milliyetçilikler de
mutabıklar aslında. İslamcılığın milliyetçilik tanımı da dini temelde bir öz
Türk ayırımına dayalıdır, böylelikle ayırımcı ve dolayısıyla ırkçılığa yatkın
bir milliyetçiliktir. MHP’ninki zaten malum. Dolayısıyla bunun sadece resmi
milliyetçiliğin bir problemi olmadığını, Türkiye’deki bütün milliyetçilik
çeşitlerinin ortak paydası olduğunu düşünüyorum. Resmi milliyetçiliğin bir
başka özelliği, milliyet tanımının ırkçılığa yatkın bir tanım olmasının
ötesinde, milliyetçiliği zerk etmeyi, millî sembolleri olabildiğince sık
tüketmeyi, millî ritüelleri toplumsal rızayı sağlamanın asli unsuru olarak
görmesidir. Türkiye’de bayrağın, marşın, millî ritüellerin enflasyonist
kullanımı bununla alakalıdır. Milliyetçilik devletin ve siyasal sistemin rıza
üretim sisteminde çok güçlü, çok geniş bir yer kaplıyor. Sürekli referans
veriliyor. Diyelim kendi halinde bir ortak payda olmanın ötesinde, sürekli
yeniden üretilen, sürekli kafaya kakılan, sürekli törenselleştirilen, sürekli
sadakat beyanı talep eden bir niteliği var. Bu kullanım, bu enflasyonist durum,
içeriğinden bağımsız olarak faşizandır. Milliyetçiliğin böylesine
gösteriselleştirilmesi, böylesine her an hazır ve nazır kılınması başlı başına
faşizan bir etkendir. Çünkü bu siyaseti boğan bir etmendir.
Arife Köse: Devletin milliyetçiliğinden
bahsetmişken, Atatürk milliyetçiliğine de değinmekte fayda var. Nedir Atatürk
milliyetçiliği? Nasıl bir işlevi var?
Tanıl Bora: Türkiye’de
birisi ‘ben Atatürk milliyetçisiyim’ dediği zaman, aslında ‘ben aşırı
milliyetçi değilim, ırkçı değilim’ demiş oluyor; öyle demek istiyor. Buna çok
emin bir şekilde, çok güvenle inanıyor. Aslında Atatürk milliyetçiliği yapay ve
görece yeni bir tanım. Bu tanım, esasen 12 Eylül sonrasında yaygınlaştı. 27
Mayıs’tan ve 12 Mart’tan sonra kullanılır olmaya başlamıştı. Onun öncesinde
Atatürk milliyetçiliği diye bir laf yok. 12 Eylül’den sonra Turan Feyzioğlu’nun
yazdığı “Atatürk Milliyetçiliği” adlı kitabın yanı sıra Millî Güvenlik Konseyi
yığınla Atatürk milliyetçiliği telkin eden doküman üretti. Askeri darbelerle,
27 Mayıs’tan başlayıp 12 Mart’ta güçlenip, 12 Eylül’de iyice altı çizilerek,
resmi ideolojiyi pekiştirme gayretinin bir unsuruydu Atatürk milliyetçiliği.
Bütün ‘izm’lerin ötesinde, herkesin biat edeceği bir resmi ideolojiyi tahkim
etme emeline dönüktü. Hem milliyetçiliği bir zorunluluk olarak vurguluyordu,
hem de özellikle MHP’nin açıkça ırkçı milliyetçiliğinden rahatsız olanlara bir
alternatif sunuyor, “aşırı” ve “fanatik” sayılmadan milliyetçi olma imkanını
sağlıyordu. İnsanın eğer ırkçılık ile ilgili samimi bir kaygısı varsa, ki bu
insanların bir bölümünün gerçekten söyle bir kaygısı da var, Atatürk
milliyetçiliği onun bundan korunmasını sağlamıyor. Çünkü Atatürk milliyetçiliği
lafzı altında, yine o Türk kimliğini yücelten ve ayrıştıran bir ırkçılık
yapılıyor. Son dönemde ulusalcılık adı altında gönül rahatlığıyla bunu ırkçı
ifadelere vardıran çok örnek görüyoruz.
Arife Köse: Ne tür örnekler mesela?
Tanıl
Bora: O korkunç Türk Solu dergisi
bunun bir örneği işte. 2000’lerde birçok emekli generalin yazıp
söylediklerinde, açıkça ırkî bir Türklük yüceltisi görürsünüz. Osman Pamukoğlu
bunun bir örneğiydi, parti de kurmuştu biliyorsunuz. Doğu Silahçıoğlu’nun Cumhuriyet’te bir yazısını hatırlıyorum, erken
cumhuriyet dönemi politikalarının Nihal Atsız’ın görüşleri doğrultusunda
geliştirilmemiş olmasına hayıflanıyordu.
Arife Köse: Irkçılık ve milliyetçilik
arasında ayırım yapmak neden önemlidir? Örneğin MHP’nin farkı nedir?
Tanıl
Bora: Farklı
milliyetçilik türleri arasındaki ayırım öncelikle analitik açıdan anlamlıdır.
Daha iyi anlamamızı sağlar. Ama politik olarak da anlamlıdır. Yurtseverlik
olarak tanımlanan, ama sahici anlamıyla yurtseverlik olarak tanımlanan, yani
gerçekten vatandaşlık bağı, ortak vatan deneyimi ve ideali dışında bir bağa
bakmayan bir milliyetçilik ile, etnisist, ırkçı bir milliyetçilik arasındaki
fark kuşkusuz önemsiz değildir. Gerçi ikisi arasında aşılmaz bir duvar yoktur,
yoğun git-geller olur aralarında, ama yine de bu ayrım sadece analitik açıdan
değil, politik açıdan da önemsiz değildir. Keza sizin sorduğunuz noktada her
milliyetçiliği doğrudan faşizm ile damgalamanın, faşizm kavramını ve ithamını
sıradanlaştırmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Tabii burada şöyle bir hazin nokta
da var; Türkiye’de birisine ‘faşist’ dediğiniz zaman bu aslında çok da ayıp ve
kötü bir şey olarak düşünülmüyor. Bu konuda çok güçlü bir duyarlılık olduğunu
düşünmüyorum. Faşizmin kötü bir şey olduğuna dair genel bir ‘duyum’ var, ama
onun içeriği ile ilgili çok derin ve yaygın bir bilinçlenme yok.
Arife
Köse: Yine Van depremi sonrasından yola
çıkarak örneklendirecek olursak, özellikle sosyal medyada görülen bu ırkçı
söylemlere Devlet Bahçeli çok sert yanıt verdi, bu tür mesajların “ihanet”
olduğunu söyledi. Bu, birçok insan tarafından MHP’nin değiştiği, artık eskisi
gibi faşist bir parti olmadığı şeklinde yorumlandı. Siz ne düşünüyorsunuz?
Tanıl
Bora: Faşist
ya da faşizan olarak değerlendirebileceğimiz hareketlerin bir özelliği, faşizan
bir taban dinamiğidir. Van sonrası o mesajlarda da kendini gönül rahatlığı ile
ifade eden, birilerinin kesilmesi gerektiğini düşünen, çok kuvvetli bir devlet
isteyen, idam isteyen, kellelerin yuvarlanmasını isteyen ve homojen, kendi
gibilerden müteşekkil, sürekli ajite bir toplum hayali güden, faşist bir
imgelemin taban dinamiği var. Bir yandan da bu taban dinamiğine dayanan, onu
bir koz olarak kullanan, o potansiyeli güdüp yönetme, o potansiyeli seferber
etme gücünü siyasal kâra dönüştüren bir liderlik, bir parti dinamiği vardır. O
parti, o liderlik zaman zaman, belki çok zaman, merkez sağda
konumlandırabileceğimiz orta karar bir yerde durabilir. Çünkü o saldırgan,
radikal potansiyeli gemleme yeteneği, onu zaman zaman öne sürme, zaman zaman
geri çekme yeteneği, o taban dinamiğine hakimiyet, bu partilerin sistem
nezdindeki güvenilirliğinin bir unsurudur. Yani bir iç savaş çıkarabilecek,
icabında Kürtlerin üzerine yürüyebilecek o potansiyeli (beslenip büyütülmesinde
ciddi paylarının olduğu o potansiyeli) dizginleme ve durdurma yeteneğini
gösterirlerse ciddiye alınırlar. Yoksa geminden boşalmış bir güruh politikası,
o partiyi sistem nezdinde de tehlikeli kılar. Bu bir hilebazlık değildir,
faşist siyasetin kendi doğal ritmi ve işbölümüdür.
Arife
Köse: Günümüzde bir neo-faşizm,
neo-ırkçılık var mıdır?
Tanıl
Bora: Bunlar
boş terimler değil, bunların işaret ettiği bir gerçeklik, bir değişim var.
Deyim yerindeyse, bir tür kibarlaşma görünümü bu. Örneğin biyolojik ırkçılığın
kültürel ırkçılığa dönüşmesi, ırkçılık ve neo-ırkçılık arasındaki bir fark
etmenidir. Açık seçik, doğrudan doğruya ten rengi, soy, kan temelinde bir
ayırımcılıktan öte kültürel davranış ile ilgili, kültürel değer ile ilgili,
kültürel farkçılığa dayanan bir ırkçılığa yönelim var. “Siyahlar da
muhteremdir, ama onlar kendi bahçelerinde iyidir, bizim buralara gelmesinler”
gibi… “Her kültür kendi doğal ortamında güzeldir” gibi… “Demokrasi, çoğulculuk
vs. bunlar belirli botanik koşullarda ortaya çıkmış bize özgü değerler, bunu
herkes paylaşamaz” gibi… daha kibar gibi görünen bir ırkçılık söylemi var
Avrupa’da, Amerika’da. Hem de daha esnek, daha pop, yani klasik faşizmde olduğu
gibi sıkı hatta bazen paramiliter örgütlenme ile kitlelerin sürekli ayakta
olmasını, sürekli militan seferberliğini talep etmeyen, daha esnek bir ilişki
içerisinde katılım sağlanabilen bir milliyetçilik.
Arife
Köse: AKP’nin milliyetçiliği hakkında
ne düşünüyorsunuz?
Tanıl
Bora: Türk
milliyetçiliğinin sürekli teyakkuz halinde, şiddetli tehdit algısına ve beka
kaygısına dayalı negatif diyebileceğimiz ideolojik söyleminin daha özgüvenli,
pozitif bir ideolojik söyleme dönüşmesi ile ilgili bir dinamiği tartışabiliriz
burada. Bir ara Tayyip Erdoğan’ın da kullanıldığı “pozitif milliyetçilik” lafı
vardı. Aslında bunun başlangıcını Turgut Özal dönemine uzatabiliriz.
Türkiye’nin otarşist havadan çıkıp dışa açıldığı, iyimser bir ekonomik gelişme
trendine girdiği, soğuk savaşın bitmeye yüz tutmasıyla komünizm korkusundan
arındığı, bir yandan yeni Türk cumhuriyetlerinin kurulmasıyla ekonomik temelde
bir yeni Turan ufkunun ortaya çıktığı bir temelde daha özgüvenli bir milliyetçi
ruh hali gelişmişti. Burada bir neo-Osmanlı nüfuz potansiyeli de önemli
temadır. Kısacası ‘Biz büyük ülkeyiz’ söyleminin Özal dönemine kadar
uzatılabilecek bir geçmişi var. AKP’nin milliyetçilik söyleminde de bu
kendisini gösteriyor. Neo-Osmanlı olarak tanımlanan dış politika perspektifi
bunun bir parçası. Türkiye bu söylemde sürekli jeo-stratejik tehdit altında,
etrafı düşmanlarla çevrili bir ülke olarak değil, tersine bölgesinde bütün
ülkelerin Türkiye’nin himayesine mazhar olmayı istediği, “doğal” nüfuz alanını
oluşturan bir fırsat coğrafyasıyla karşı karşıya bulunan bir ülke olarak
sunuluyor. ‘Türkiye büyük bir ekonomik güçtür, bir büyük devlettir, bizim millî
kimliğimizi korkular ve husumetlere değil, özgüvene ve ekonomik-siyasal nüfuz
potansiyelimize dayandırmamız lazım’ gibi bir ideolojik söylem hâlâ baskın hâlâ
gelmemiş olmakla birlikte, bunun ipuçları var. Bir yandan da o sürekli
müteyakkız, tehdit algısına dayalı söylem rahatlıkla ortaya çıkabiliyor. Demin
Özal’a götürdüm, ama aslında bu Türk sağının iktisaden müreffeh, politik olarak
istikrarlı dönemlerinde daha önce de peydahladığı bir söylemdir. Mesela
1960’ların Demirel’i de böyle konuşur. Millî gururun kaynağını fütuhatlarda,
eski kahramanlıklarda, cengaverliklerde değil, ekonomik başarılarda, medeniyette
ileri gitmekte, medeniyet başarılarında aramak gerektiğini söyler, gerçek
milliyetçilik ölçütü olarak bunları görür. Bu, Türk sağının uzun tarihi
içerisinde refah ve istikrar konjonktürlerinde peydah olan bir milliyetçilik
söylemidir. Hep kısa ömürlü olmuştur.
Arife
Köse: Peki bu da ırkçı, tehdit algısı
ve beka korkusuyla dolu milliyetçiliği güçlendiren bir söylem midir?
Tanıl
Bora: Tabii
bu da üstünlük kibriyle yine tehlikeli bir söylem. Osmanlı’dan Türk
milliyetçiğine devreden “millet-i hakime” motifinin modern yeniden üretimi.
Malzemesi, motifleri değişse bile bu millet-i hakime kabulü zemininde Türk
milliyetçiliğinin ana çizgisinin yeniden üretimini sağlıyor. Tehdit algısı ve
beka kaygısını, bu defa “emperyal vizyon” çerçevesinde bir teyakkuz hali ikame
ediyor.
Arife
Köse: Tüm bunların yanı sıra bir
suçlama olarak dile getirilen Kürt milliyetçiliği meselesi var. Sizce Türk
milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliği bir ve aynı görülebilir mi?
Tanıl
Bora: Aynı
formülü tekrarlayacağım: Milliyetçilik sadece milliyetçilik değildir. Kürt
siyasal hareketinde güçlü bir milliyetçilik etmeni olduğunu ben de düşünüyorum.
Fakat bu onun milliyetçiliğe indirgenebileceği anlamına gelmiyor. Sadece
milliyetçilik düzleminde ele alamayız Kürt siyasî hareketini, onun sadece
milliyetçi bir hareket olduğunu söyleyemeyiz. Bu hareket açısından bence
tartışılması gereken şey şudur; onlar yurtseverlik kavramını milliyetçilikten
azade kılan garantili bir panzehir gibi kullanmaya yatkınlar. Bunun garantili
bir panzehir olmadığını tartışmak gerekir. Kürt kimliği açısından meseleyi şu
noktada görmek gerektiğini düşünüyorum: Millî kimliği nedeniyle aşağılananlar,
millî kimliği tanınmayarak dışlananlar tepkisel olarak o millî kimliklerine
sığınır. Hannah Arendt’in yazdıklarını hatırlarsak; bir Yahudi sadece Yahudi
değildir, onun birçok kimliği, birçok yüzü vardır, ama Yahudi olarak
aşağılandığı zaman bir onur tepkisiyle Yahudiliğine sığınır ve böylece onu
sadece Yahudi olmaktan ibaret hale getirirsiniz. Öyle davranır, öyle tepki
gösterir. Kürtler açısından da buna benzer bir durum var. Kürtlerdeki
milliyetçilik bu dinamik göz ardı edilerek anlaşılamaz. Ayrıca Kürt
milliyetçiliğinin biçimlenmesinde Türk milliyetçiliğinin bir rol modeli işlevi
gördüğünü görebiliyoruz.
Arife Köse: Türkiye’de özellikle ulusalcılık
kavramını sık sık kullandığını gördüğümüz sola bu milliyetçi fikirler nereden
bulaşmıştır ve bunlar sola nasıl bir zarar vermektedir?
Tanıl Bora: Bunun
standart cevabı Kemalizmin mirası veya etkisidir. Doğru, bir kere bu var.
Türkiye’de sol ’71 hareketinden beri Kemalizmden kopmaya yöneldi, ama bu kopuş
kâmilen gerçekleşmiş değildir. Bir başka etken, emperyalizm kavramının deyim
yerindeyse “istismarıdır”. Emperyalizm kavramının, Lenin’in anlattığı gibi
kapitalizmin dünya sathına yayılması, kapitalist egemenliğin tüm dünyaya nüfuz
etmesi olarak değil de, “millî işgal” mantığıyla anlaşılması.
Anti-emperyalizmin bir nevi “mütekâmil ve global anti-kapitalizm” olması
gerekirken, millîci bir darlığa sıkıştırılması. Buna bir de “ezilen ulus
milliyetçiliği” kavramının istismarını ekleyelim. Bu kavramın, göreceliliğinden
tamamen arındırılarak, milliyetçiliği mübah gösteren bir umumî vekâletnameye
dönüştürülmesi.
Arife Köse: Yukarıda bahsettiğiniz gibi,
‘faşizm’ dendiğinde kötü bir şeyin anlaşılması, milliyetçiliğin muteber olmayan
bir hale gelmesi nasıl mümkün olabilir? Milliyetçilik ve ırkçılığa karşı neler
yapmak gerekir?
Tanıl Bora: Bildiğim
bir reçete yok! Kınamak ve karşı çıkmanın olmazsa olmaz olduğunu teslim etmekle
beraber, bu tür karşı-propagandanın yeterli olacağını da düşünmüyorum. Bence
işin esası, uzun erimli ama sağlam çare, ‘konuyu değiştirebilmektir’.
Milliyetçiliğin, ırkçılığın, faşizmin beslendiği zeminden farklı zeminlerde,
farklı gündemlerle, farklı bir dille bir sosyalleşmeyi, bir politizasyonu
sağlayabilmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder