Ezel’de Ramiz
Dayı’yla Eyşan’ın yüzleştiği ilk sahnede Ramiz Dayı’nın ağzından dökülen ilk
cümle şudur: “Eyşan Eyşan dedikleri, sen miymişsin?” Moda’da yağışlı bir mayıs
akşamı, onun sevgilisiyle tokalaşmak için elimi dostça uzattığımda, benzer bir
lafı söylememek için dudaklarımı ısırmamayı ne kadar isterdim! Ama yapamadım,
onun yerine “yeni” hayatımdan, (aman ki ne yeni!), iyi/memnun olup olmadığımdan
Türkçe sınavında kompozisyona nereden başlayacağını bilemeyen acemi bir
ortaokul öğrencisi gibi bölük pörçük bahsettim. Bocaladığım için kendime
kızamıyorum, ne de olsa, soru olmasa da kişi, çalışmadığım yerden gelmişti.
Attığım bir cümlelik sms’ime cevap vermeye tenezzül etmemesinden ve arkadaşıma
söylediği yarım ağız “Başka yere sözümüz var ama belki bir uğrarız yeaea”
cümlesinden benim çıkarsadığım, davetime icap etmeyeceğiydi zira. Fakat heyhat!
Hayat, benim gibi sıradan biri için bile sürprizlerle dolu olabiliyor işte.
Yine de öncekilere kıyasla tüm yüzleşmelerim içinde en “tek” durduğum buydu
sanırım, bende nadiren müşahade edilen tuhaf bir özgüven, uzun süredir görmediğim
diğer arkadaşlarımla da birarada olmaktan dolayı bir şımarıklık vardı üzerimde.
(Bir de çocuğu beğenmemiştim sanırım, en azından benden iyi olduğunu
düşünmüyordum. En azından bu duygumda samimi olduğuma kendimi ikna
edebilmiştim) Meş’um ikilimiz de zaten başka bir yere verdikleri sözü mazeret
gösterip masada çok durmadan ikilediler. Beni daha erken bekliyorlarmış. Gaziemir’den
Moda'ya sarı dolmuş ring yapıyor sanki anasını satayım.
Neyse canlar,
gece, yediğimiz bir waffle’ın ardından çokça şirket dedikodusuyla ve
kahkahalara gark olan bir dost sohbetiyle sona erdikten sonra, gece konaklayacağım
arkadaşın evine gittim. Bana yatmam için gösterilen odaya girdim, gözümden uyku
akıyordu. “Odaya yabancılık çekmeyeceksin”den kast edileni, o mahmurlukla idrak
edememiştim, en azından her şeyi bu kadar aynı bulacağımı tahmin etmemiştim.
Yatağım, dolaplarım, hepsini ayrı ayrı kolilediğim tabaklarım bile oradaydı,
sanki o eşyalar kadim bir arkadaşıma iyilik olması için verilmiş değil de,
benim de bir zamanlar o şehirde yaşadığımın nişanesi olsun diye oraya
bırakılmıştı. Sanki diğer arkadaşlarımla ve o kızla benim evimde geçen anılar
(evet, bir kere de olsa ta evime kadar gelmiş, benim eski İstanbul
kartpostallarıma, birbirine benzemez posterlerime, heyula mertebesindeki film
arşivime –nezaketen olduğunu için için hissetsem de- ilgiyle bakmıştı.) benim
değil o eşyaların da hafızasına kazınmıştı. Bu düşünceler kafamda fıldır fıldır
dönerken gayriihtiyari dolabımın kapağını açtım. Bizans zamanında tarihi
yarımadayı gösteren bir gravür kopyasının dolabın içine asılı olduğunu görür
görmez elim ayağım boşandı. Nasıl olsa dönerim diye, taşınırken posteri
dolaptan sökmeye gerek bile görmemiştim. Birden onu o o ücra evde bırakmaya
gönlüm elvermedi. Hatıralarımı bırakmış, o şehirden gitmek durumunda kalmış,
“iyi misin” sorusuna defaatle muhatap olmuş olabilirdim, ama o posteri
götürecektim. Öfkeyle postere hamle yaptım, poster artık yapışkanı da
sertleşmiş sımsıkı bantla tahta dolapla bütünleşmişti sanki. Muzo bir sene
nemli bir depoada durmasına rağmen sapasağlam kalabilmiş posterin başına
geleceği anlamış olmalı ki “abi onu yarın yapalım istersen” dedi. “Yok”
dememle, posteri boydan boya yırtmam bir oldu. Kabahat işlemiş bir çocuğun
suçluluğuyla dolabı derhal kapattım. İstanbuldaki hayatımdan geriye kalan
buydu: Sağda solda yarı atıl duran üç
beş eşya; sadece ne kadar özlediğimi hatırlamaya yetecek kadar görebildiğim birkaç
arkadaş; her gittiğimde değiştiğini/dokusunun bozulduğunu/tadil edildiğini
gördüğüm birkaç mekan… “Neyse” dedim Muzo’ya, “en azından blog yazısı çıktı.”
Ertesi sabah
uyanıp kahvaltı yaptıktan sonra, bir zamanlar günlük hayatta kullanılmış eşyalarla
İstanbul’u hatırlamanın ne demek olduğunu bir de Orhan Pamuk’un gözünden görmek
için Masumiyet Müzesi’ne gittim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder