30 Mayıs 2012

Eşyaların Hafızası

‘İyi misin?’ …berbatmışsın, berbat olduğunu duydum, görüyorum berbatsın, ne iyi. Daha az kötü niyetli kullanım belki şu; hiç iyi değilsin, çok kötüsün, biliyorum, onun için şu retorik soruyla sorup emin olayım dedim. Berbatsın, ne güzel, zaten sana da berbat olmak yakışır. (Fatih Özgüven, Yerüstünden Notlar, Kendinize İyi Bakın)

Ezel’de Ramiz Dayı’yla Eyşan’ın yüzleştiği ilk sahnede Ramiz Dayı’nın ağzından dökülen ilk cümle şudur: “Eyşan Eyşan dedikleri, sen miymişsin?” Moda’da yağışlı bir mayıs akşamı, onun sevgilisiyle tokalaşmak için elimi dostça uzattığımda, benzer bir lafı söylememek için dudaklarımı ısırmamayı ne kadar isterdim! Ama yapamadım, onun yerine “yeni” hayatımdan, (aman ki ne yeni!), iyi/memnun olup olmadığımdan Türkçe sınavında kompozisyona nereden başlayacağını bilemeyen acemi bir ortaokul öğrencisi gibi bölük pörçük bahsettim. Bocaladığım için kendime kızamıyorum, ne de olsa, soru olmasa da kişi, çalışmadığım yerden gelmişti. Attığım bir cümlelik sms’ime cevap vermeye tenezzül etmemesinden ve arkadaşıma söylediği yarım ağız “Başka yere sözümüz var ama belki bir uğrarız yeaea” cümlesinden benim çıkarsadığım, davetime icap etmeyeceğiydi zira. Fakat heyhat! Hayat, benim gibi sıradan biri için bile sürprizlerle dolu olabiliyor işte. Yine de öncekilere kıyasla tüm yüzleşmelerim içinde en “tek” durduğum buydu sanırım, bende nadiren müşahade edilen tuhaf bir özgüven, uzun süredir görmediğim diğer arkadaşlarımla da birarada olmaktan dolayı bir şımarıklık vardı üzerimde. (Bir de çocuğu beğenmemiştim sanırım, en azından benden iyi olduğunu düşünmüyordum. En azından bu duygumda samimi olduğuma kendimi ikna edebilmiştim) Meş’um ikilimiz de zaten başka bir yere verdikleri sözü mazeret gösterip masada çok durmadan ikilediler. Beni daha erken bekliyorlarmış. Gaziemir’den Moda'ya sarı dolmuş ring yapıyor sanki anasını satayım.

Neyse canlar, gece, yediğimiz bir waffle’ın ardından çokça şirket dedikodusuyla ve kahkahalara gark olan bir dost sohbetiyle sona erdikten sonra, gece konaklayacağım arkadaşın evine gittim. Bana yatmam için gösterilen odaya girdim, gözümden uyku akıyordu. “Odaya yabancılık çekmeyeceksin”den kast edileni, o mahmurlukla idrak edememiştim, en azından her şeyi bu kadar aynı bulacağımı tahmin etmemiştim. Yatağım, dolaplarım, hepsini ayrı ayrı kolilediğim tabaklarım bile oradaydı, sanki o eşyalar kadim bir arkadaşıma iyilik olması için verilmiş değil de, benim de bir zamanlar o şehirde yaşadığımın nişanesi olsun diye oraya bırakılmıştı. Sanki diğer arkadaşlarımla ve o kızla benim evimde geçen anılar (evet, bir kere de olsa ta evime kadar gelmiş, benim eski İstanbul kartpostallarıma, birbirine benzemez posterlerime, heyula mertebesindeki film arşivime –nezaketen olduğunu için için hissetsem de- ilgiyle bakmıştı.) benim değil o eşyaların da hafızasına kazınmıştı. Bu düşünceler kafamda fıldır fıldır dönerken gayriihtiyari dolabımın kapağını açtım. Bizans zamanında tarihi yarımadayı gösteren bir gravür kopyasının dolabın içine asılı olduğunu görür görmez elim ayağım boşandı. Nasıl olsa dönerim diye, taşınırken posteri dolaptan sökmeye gerek bile görmemiştim. Birden onu o o ücra evde bırakmaya gönlüm elvermedi. Hatıralarımı bırakmış, o şehirden gitmek durumunda kalmış, “iyi misin” sorusuna defaatle muhatap olmuş olabilirdim, ama o posteri götürecektim. Öfkeyle postere hamle yaptım, poster artık yapışkanı da sertleşmiş sımsıkı bantla tahta dolapla bütünleşmişti sanki. Muzo bir sene nemli bir depoada durmasına rağmen sapasağlam kalabilmiş posterin başına geleceği anlamış olmalı ki “abi onu yarın yapalım istersen” dedi. “Yok” dememle, posteri boydan boya yırtmam bir oldu. Kabahat işlemiş bir çocuğun suçluluğuyla dolabı derhal kapattım. İstanbuldaki hayatımdan geriye kalan buydu:  Sağda solda yarı atıl duran üç beş eşya; sadece ne kadar özlediğimi hatırlamaya yetecek kadar görebildiğim birkaç arkadaş; her gittiğimde değiştiğini/dokusunun bozulduğunu/tadil edildiğini gördüğüm birkaç mekan… “Neyse” dedim Muzo’ya, “en azından blog yazısı çıktı.”


Ertesi sabah uyanıp kahvaltı yaptıktan sonra, bir zamanlar günlük hayatta kullanılmış eşyalarla İstanbul’u hatırlamanın ne demek olduğunu bir de Orhan Pamuk’un gözünden görmek için Masumiyet Müzesi’ne gittim.

Hiç yorum yok: