24 Ağustos 2010

Fırtına, İhtilal, Efsane: Trabzonspor

Başlık, Hakan Kulaçoğlu tarafından Trabzonspor'la ilgili derlenmiş yazıları içeren ve İletişim Yayınları'ndan yayımlanmış kitabın adı, açıklamasında kulüp için “fırtına olarak başladı, sahici bir ihtilâle dönüştü, uzun zamandır sadece bir efsane...” olarak bahsediyor. Bir Beşiktaş fanatiği olarak en ağırıma giden şey, takımımla ilgili uzaktan ahkam kesilmesi, ben de bunu şimdi bordo maviler için yapacağım, takip edebildiğim kadarıyla Trabzonspor'un bana nasıl göründüğünü (bu ibareyi “medya tarafından nasıl gösterildiğini” olarak okuyun lütfen) dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

Trabzonspor ben ortaokuldayken, Şenol Güneş antrenörlüğünde, Karadeniz'in diğer yakası Gürcistan'dan aldığı ikiz Arçil Şota'sı ve altyapıdan çıkardığı, Hami, Lemi, Abdullah, Ogün, Orhan Kaynak gibi topçularuyla bildiğiniz taş gibi takımdı, o zamanlar Aston Villa'yı elediklerini bir rüya gibi anımsıyorum. Kulüp bize hep anlatılan (en son dün Rıdvan, oyunculuğunda fırtına gibi olan Boluspor'la dokuz hafta gol yemeden Trabzon deplasmanına çıktıkları ve maçın birinci dakikasında mağlup duruma düştüklerinden, orada bir zamanlar üç büyüklerin bile korner atmasının başarı sayıldığından bahsediyordu) o seri şampiyonlukları kazandığı zamanki havaya girmişti, şampiyonluk adım adım geliyor derken, Fener'in geçen sene yaşadığı dramı romantik komedi gibi gösterecek bir trajedi yaşadılar: Tüm sene boyunca deplasmanda hiç maç kazanamamış Vanspor'a evlerinde 1-2 yenildikten birkaç hafta sonra beraberliğin yettiği ve ligin bitmesine bir hafta kala evlerinde oynadıkları Fenerbahçe maçına çıktılar (lüzumsuz bilgiler için bkz. erkeklerin futbol hafızası). İlk yarıyı 19'da Abdullah'ın attığı golle 1-0 geçmelerine rağmen Oğuz'un ikinci yarının başında ve Aykut'un yamulmuyorsam 84'te attığı golle 1-2 kaybettiler.

...ve bu trajediyi kaldıramadılar. Bu maçtan sonra iki kişinin intihar ettiğini, 2006'da Danimarka'da tesadüfen öğrendiğimde, maç sonrası taraftar forumlarında yazılanları o zaman okuduğumda ekran başında nasıl kalakaldığımı, içimde bir isyan duygusunun nasıl kabardığını bugün bile hatırlıyorum. Benim fanatikliğim bile bunu algılayamıyordu, “bu şehirde yaşayanlar için hiçbir başka konu, eğlence, aktivite yok, sadece Trabzonspor var” lafının ne demek olduğunu o zaman anlamıştım. O olaydan sonra, şehir içine kapandı, her mağlubiyette kelle isteyen ve takım üstünde nüfuzu olan yerel basın; her büyük maçta olay çıkaran, cenaze töreninde kaptanlarını linç etmeye kalkan taraftarlar; beceriksiz, futbolcu döven hocalar; kendi aldığı oyuncuya “yamyamın birini aldık, gol makinası dediler bulaşık makinası çıktı” diyebilen, kerameti kendinden menkul, bu ülkede spor bakanlığı yaptığı için utandığım mafyavari başkanlar altında kulüp deyim yerindeyse inim inim inledi, dönem dönem gelen ufak başarılar- Türkiye Kupası, galibiyet serileri gibi- günü kurtarmaktan öteye gidemedi.

Derken, üçüncü kez, takımın başına Şenol Güneş getirildi, kendisinin kulübün şu an kazandığı saygınlıkta, Beşiktaş'a duruşunu, vakurluğuyla, sakinliğiyle tekrar hatırlatan Mustafa Denizli'vari bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Kulübün başkanı Sadri Şener, son derece nüktedan, çelebi bir profil çiziyor. Takım, başarı yakaladığı zamanlardaki kadrosunun aksine, bu sefer altyapıdan yetiştirdiği topçulardan ziyade, daha toplama bir takım hüviyeti çizse de, şimdilik her şey yolunda görünüyor. Takım sadece futbol karakteri olarak değil, mental olarak da güçlendiğini ezeli rakibi Fenerbahçe'ye karşı verdiği son iki mücadelede istediğini alarak ispatladı.

Bütün bu yazıyı yazmamın sebebiyse, artık hangi cenabetten kaynaklandı bilmiyorum, ama gidip UEFA elemsinde bizim sekiz yediğimiz Liverpool'u çekmiş olmaları, o Liverpool ki, liman takımı olarak Trabzonspor'un eşleniği gibi düşünebilirsiniz, taraftarının fanatikliğiyle, muhalif futbolcularına (Fowler!) duydukları derin sevgiyle, parlak geçmişlerine özlemleriyle. (Yerli yersiz belirtirim, Liverpool'un İstanbul'da oynadığı Şampiyonlar Ligi finalinde, taraftarlarının “Form is temporary, class is permanent” diye pankart açtığını okumuştum bir yerde. Benim için futbolun özeti, işte bu cümledir.)

1-0 yenilidikleri ilk maç da kendi içinde epik hikayeler taşıyordu, takımın sanki zevkine oynuyormuş gibi duran Gineli'si Yattara ilk maçtan önce fıkra gibi bir açıklamayla “Gerrard'a çalım atmak çok zevkli olacak” demişti. Genç kalecileri Onur Kıvrak geçen sene bu zamanlar takımın üçüncü kalecisydi, artık her maç akıllara seza bir performans çıkartıyor, Liverpool'da herkesin yere göğe koyamadığı Joe Cole'un penaltısını çıkardı. Şenol Güneş'se takımdan emin olduğunu deplasmanda sergilediği pozitif futbolla ispatlamış, Liverpool'daki maçtan sonra skordan memnuniyetsizliğini dile getirmişti, en başından beri iddialı konuşuyor. Fakat Tanıl Bora'nın dediği gibi: Şenol Güneş'i efsane takımın kaptanı olarak, koca bir sezonda yediği on iki golle veya Dünya üçüncüsü Milli takımın hocası olarak değil, Hrant Dink katledildiği zaman onun ailesine yaptığı taziye ziyaretiyle hatırlayacağız. Bence şansları çok az, ama taraftara, şehre o heyecan yetecektir, hakikaten yerinde izleyemeyeceğime üzüldüğüm bir maç, şansları bol olsun.

Hiç yorum yok: