Uçak kalkmak üzereyken daha önceden kendimize sormamız gereken soruyu Sinan sordu: Neden İsveç? Cevabını o zaman da bilmiyordum, hala bilmiyorum, Stockholm'ü niye beğendiğimi bilmediğim gibi. Stockholm bana her zaman vaatkar bir şehir gibi gelmişti sadece. Sinan bu soruyu sorduğunda vizeme başvuralı sadece iki gün olmuştu. Zaten ben tefeci olarak adlandırmakta beis görmediğim vize aracısı kurumda sıra numarası veren kızın lafını dinleyip öğleden sonraya sıra alsaydım, veya başvurumu kabul eden adamın “valla bilader vizen yetişmez, yalvarır alırım diyorsan randevunu alayım” sözünü kaale alsaydım veya çok iyi niyetli bir konsolosluk hizmetiyle karşılaşmasaydım, vuslat başka baharaydı... Yoksa kışa mı demeliyim?
Stockholm'e dair anlatmaya havadan başlayacağım. Kardeşim o nasıl göt kesen bir soğuktur! Yani hadi güneş ısıtmıyor, niye üç buçukta batıyor? Her Şey Çok Güzel Olacak'ta Mazhar Alanson'un dediği gibi “buraların güneşi bilmediğimiz bir güneş Altan” Dışarı her çıkışımızda “abi hava kırılmış yahu” diye birbirimiz telkin ediyor, yarım saat kadar yürüdükten sonra tutmayan uzuvlarımızı saymaya başlıyorduk. Dördüncü gece biz girecek pavyon ararken kar yağmaya başladığında dedik bu sefer kırılır. Hee kırılır kırılır bekle sen.

Bu hava durumunun şehir üzerinde depresif (ülkedeki yüksek intihar oranı üzerinde etkisi var mıdır?), yeşil alanları kısıtlayan, Sinan'ın deyimiyle şehri yoran bir etkisi olduğu kadar, şehrin karakteri üzerinde bir izi var: Bu şehirde alış veriş merkezleri benim gördüğüm başka herhangi bir şehirle kıyaslanmayacak kadar çok, bu her ne kadar düşününce mantıklı olsa da, mesela Barselona'dan daha fazla alış veriş merkezi görmek, benim için yine de şaşırtıcıydı. Şehrin sakinleri gezmek için en iyi zamanın yaz vakitleri olduğunu söylüyor, o zaman yirmi saate yakın gündüzler, kanalların arasından tekne gezileri vs şehir çok eğlenceli bir hal alıyormuş.
Şehirde yaşayan Türkler ekseri olarak Konya Kululu, diyebiliriz ki Belçika için Afyon Emirdağ neyse, Stockholm için Konya Kulu odur. Türkler hakkında intiba olumlu değil pek, biraz kara kafalı olarak algılanma durumu mevzu bahis.
Stockholm'ün üzerine kurulu olduğu on dört adadan merkezdekine Gamla Stan deniyor, nam-ı diğer Old City, tarihi ada kafası. Biz de bu bölgede Archipelago Hostel diye bir hostelde kaldık, kesinlikle tavsiye ediyorum. Ada köprülerle diğer adalara bağlanıyor, şehrin en işlek sokağı olan Riksgatan ve Drottning'e (İstiklal kafası) kemerlerin altından geçerek gidiyorsunuz.
Kraliyet Sarayı (Royal Palace) tam bir hayal kırıklığı- dışarıdaki heybetli yapıya paradoksal olarak içeride hiçbir numara yok. Buna bitişik olan Nobel Müzesi'yse bizim gezimizin en hoş sürprizlerindendi. Nobel Ödülleri Alfred Nobel'in anısına İsveç tarafından veriliyor. Adaylar her sene ocak sonu belirlenip ekim başında kazanan açıklanıyor, törense aralık ayında İsveç Belediye Binası'nda kraliyet ailesinin ve seçici kurulun da katılımıyla dağıtılıyor, alın size belediye binasını görmek üzere bir bahane. Buna Barış Ödülü hariç, o ödül Norveç'te veriliyor, ki eskiden Norveç İsveç'e bağlıymış. Barış Ödülü'nden ayrı olarak, Nobel ödülü ekonomi, kimya, fizik, tıp, edebiyat dallarında veriliyor. Müzeyi rehber eşliğinde gezebiliyorsunuz, bize denk gelen rehber, İngilizce'yi mükemmel akıcılıkta konuşan, o sene dağtılan ödüllerin içeriğine derinlemesine vakıf, sorulara direk cevaplar verebilecek kadar açık sözlü biriydi. Ödüllere ilgili tartışmalar arşivleniyor ve elli yıl boyunca bu arşivler açıklanmıyormuş. Buna aday listeleri de dahil, fakat seçici kurulu oluşturan Kraliyet Akademisi'nin on sekiz üyesinin kimler olduğu belli. Güncel bir not, bu seneki Barış Ödülü Çin'de bir düşünce suçlusuna verilmiş, kendisi hapiste olduğu ve ailesine de Çin Hükümeti tarafından çıkış yasağı konduğu için ödülü kimin alacağı şu an itibarıyla belirsizmiş, Çin Hükümeti tamamen Kraliyet Akademisi'ne savaş açmış ve büyük bir boykot kampanyası başlatmış durumda. Nobel deyince Türkiye'de akla geleni sorduk: Edebiyat ödülünde politik kaygılar gözetiliyor muydu, pozitif bilimlerdeki kadar ölçülebilir bir durum olmadığı için, subjektif kaygılar ödülde etkili miydi? Büyük bir özgüvenle “kesinlikle hayır” diye yanıtladı sorumuzu mihmandar -ki bu dalyan gibi delikanlıya artık mihmandar diyebiliriz- sonuçta fizikte de topluma sağladığı yarar gözetiliyor, bu da en nihayetinde tartışmalı bir kavramdır, edebiyat ödülleri tamamen kaliteye göre belirlenir minvalinde bir cevap verdi. Pası aldım, şutu çektim: “Tolstoy'a niye verilmemişti, yoksa onun eserleri yeteri kadar yetkin bulunmamış mıydı?” “Sadece Tolstoy değil, Virginia Woolf, James Joyce da ödül alamadı, ve haklısınız, Tolstoy her zaman en büyük tartışmalardan biri olmuştur” diye cevap verdi çocuk. (Cahilliğimi mazur görün üç yazarı da hiç okumadım, ama en çok James Joyce şaşırttı beni, çünkü Orhan Pamuk'a ödül verilirken yapılan kısa açıklamada, Pamuk'un İstanbul'u anlatmasında James Joyce'un Dublin'i anlatışına bir atıf vardı.) En sonunda taarruzlarımızdan usanınca, jüri tarafından belirlenen her ödül kadar burada da subjektiflik var diyerek ustaca bir manevrayla sıyrıldı bizden. Tabi Nobel Edebiyat ödülü demişken Jean Paul Sartre'ı anmamak olmaz, kendisi yaşamı boyunca tüm ödülleri reddettiği gibi, bunu da reddetmiş (Frankofon işte!), hatta aday gösterildiğini öğrenince, Le Figaro'da yayımlanmak üzere seçilmesi durumunda kabul etmeyeceğini ilan eden bir yazı kaleme almış, akademi de açıklamasında Sartre'ın ödülü kabul etmeyeceğini bildiklerini ama bunun onun ödüllendirilmesine mani olmadığını belirten bir açıklama yapmışlar.
Genel olarak müzelerde görevlilerin tutumuna, müzelerin tasarımlarına, müzelerin interaktif sunumlarına saygı duymayan çarpılır alimallah. İnteraktifliğe bir örnek olarak sergilenen enstrümanların yüzde doksanının kullanılabildiği Müzik Müzesi'ni verebiliriz, bu interaktifliğin bir tezahürünü de aşağıda teşhir ediyorum, yok performans benim değil efendim, bende ne gezer öle kabiliyet...
Yazı uzadıkça uzuyor, nolduk hooop anlatmazsak içimizde kalacak üçüncü müzemize geldik, 1628'de batmış ve üç yüz otuz üç sene suyun dibinde kaldıktan sonra çıkartılmış bir geminin sergilendiği Vasa Müzesi. Buna da kıyın paranıza gidin (böyle dedim ama Stockholm City kartına ulaşım da bu tip müzeler de beleş, hesabı doğru yaparsanız iyi tasarruf edebilirsiniz) Gidin ki devasa boyutta bir geminin yapılmasına mı şapka çıkarırsınız, yoksa bunun hangi teknolojiyle tek parça olarak su üstüne çıkarılması üzerine mi kafa yorarsanız, güzel manzaralı restoranında mı soluklanırsınız, yoksa adamların müzenin ziyaretçileri için hazırladığı simülasyonlarda batmayan gemiler mi tasarlarsınız, siz karar verin.


Vasa Müzesi ve vaatkar ama bizim girmediğimiz Nordska Müzesi, Gamla Stan'ın doğusuna tekabül eden Djurgarden'da. Yine vaatkar bir başka müze Östasiatiska ve etrafındaki birkaç müze Skeppsholmen'de konuşlanmış durumda, burası doğal güzellik kabilinden Stockholm'ün etkileyici kısımlarıydı. (Yok o doğal güzellikleri kast etmedim sayın okuyucu, onu da anlatıcaz, merak etme)


Ama önce diğer kamu binaları. Gündüz turist olarak içeri buyur edilmeyince, bastık parayı (40 SEK yani İsveç Kronu karşılığı 8 TL, aman ne para!) operaya gittik kardeşim. Yersen. Ben zaten operaya gitmeden şaapamıyorum, gözüm açık dönüyorum şehirden. Burası da çok etkileyici değildi, her bakımdan (sahne boyutu, orkestra büyüklüğü izleyici kapasitesi vb) Viyana'nın yarısı kadar diyebilirim. Tabi benim beğenmememde dilin İtalyanca olduğunu kırk beşinci dakikada anlayacak kadar cahil olmam ve yanımda adını vermek istemediğim arkadaşın horlaması etkili olmuş mudur, bilemem. Şaka bir yana karşılaştırdığım örnek tabi ki AKM falan değil, Viyana'daki salon, yani haksızlık etmenin lüzumu yok. Tiyatro binası da keza on numara bir yapı, görmekte fayda var, biz yine dıştan gördük...


Neyi atladım? Kiliseler. Niye atladım? Yok çünkü, var olanlar etkileyici değil, bilhassa Gent ve Brugge gibi iki etkileyici açık hava müzesinden sonra burası iyice yavandı, yine de Pakistan için gördüğüm yardım çağrısınaysa helal olsun diyorum, gidecek Diyanet İşleri gavur ellerindeki bir felaket için para toplayacak, neeerde o günler...

Biraz tıkınmadan bahsedelim, şehrin genel olarak pahalı hali restoranlara da haliyle sirayet etmiş durumda, Salu Hall İstinye Park'ın çarşısına benzer bir çarşı, oranın atmosferi fena değildi, karides ürünlerini beğenerek yemiştim ki kuzey ülkelerde yaygın olan soğuk yemekle pek aram yoktur. Ayrıca alkol konusundaki yasaktan da bahsetmem lazım, devlet %3,5'un üzerinde alkol içeren ürünlerin satışının tamamını tekeline almış durumda ve bu tip yerler yedide kapanıyor, bu açıdan tedarikli gitmenizde fayda var, zira mekanlarda alkol ucuz değil. İsveç'te sürprizler bitmiyor anlayacağınız...

Geldik sonuç kısmına: Gece hayatı. Hafta içleri tırttır, fazla tırmalamayıp beklentiyi yüksek tutmayın. Haftasonu güzel yerler paralıdır, gireceğiniz yere on birde girmiş olun, bizim gibi bir saat tipide dolaşıp heder olmayın. Södermalm ve Kungsholmen tarafında güzel barlar mevcut, bizim beğendiğimiz İndigo, üç sap damsız girebildiğimize hayretler ettiğimiz ve hakikaten yıkılan Leroy, dışarıdan tam bir pavyon görüntüsünde olan Bernds, lounge kafası için Orange şehrin hiç de fena olmayan mekanları. Eh barların içinde türlü doğal güzellikler de var, daha n'olsun!