Başlıktaki ilham için bkz. Unforgiven
"Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız." Oğuz Atay - Günlük
10 Aralık 2012
"Hak etmekle bir ilgisi yok"
Cep telefonuna gelen her mesaja
birheves davranıp, spam olduğunu anladığında; senle benzer hayatları süren
arkadaşlarının sosyal ve kariyer statülerine kıskançlıkla baktığında; eski
yazılarını dönüp dolaşıp tekrar okuduğunda; bir zamanlar içinin cız ettiği kız
mesaj attığında artık hiçbir şey hissetmediğini ve onun herkes gibi olduğunu
her fark ettiğinde; ağlamak için başını yastığa koymayı beklediğin gecelerde ve
günü nasıl geçireceğini hiç bilmediğin gündüzlerde; ne eski anılarının ne
gerçek olmadığını her haliyle bildiğin dizilerin ve filmlerin, ne de okuduğun o
afilli kitapların seni teselli edemediği hüzünlerinde; her aldatıldığında, her
aldatıldığımda; sana yapılan kötülüklerin karşılığını hiçbir zaman
veremediğinden ötürü kendi beceriksizliğine her lanet ettiğinde; etrafında
ölümü senin yanına bile yanaşamayacağın bir tevekkülle bekleyen insanlar her
arttığında; o ölümü bekleyen insanlardan biri için hayatında bir gazeteyi bile
başından sonuna kadar okuyamamış kadar cahil kocasının “ben onu çok sevdim”
deyişindeki hakikat karşısında dilin tutulduğunda; duaların hiçbir şekilde
kabul olunmadığında, buna mukabil dinle
diyanetle hiçbir alakası olmayan insanların mutlu mesut hayatlarına alık alık
baktığında, ve bütün bu lüzumlu/lüzumsuz detaylar her aklına geldiğinde kafanda
tek bir soru olur: Ben bunları hak edecek n’aptım?
Başlıktaki ilham için bkz. Unforgiven
Başlıktaki ilham için bkz. Unforgiven
28 Ekim 2012
Bir Taşralı için Ritüeli, Anımsattığı ve Hissettirdiğiyle Kurban Bayramı
Onların etleri ve
kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır.
Hacc, 37
Takva, Allah’a
bir evlat için, yani soyun devamı için yıllar yılı dua edip, muradına erince
ona “Allah işitti” manasında “Eşma-el” adını koymaktır. O uğurda yıllar yılı dua
ettiği evladı Eşmael (İsmail)’i gık demeden kör bir bıçakla Allah’a
soğukkanlılıkla kurban etmeye nazır olmaktır takva.
Kurban
bayramı, çocukluğa, babaannenin evinin bahçesine geri dönüp, yitip giden zamana
ve etkilerine lanet etmektir: Artık limonlar o bahçedeki ağaçların çok
yukarılarındadır, toplamaya kalktığınızda dikenleri kolunuza batar, kolunuz
çizilir. Zihnen ve bedenen erimiş babaannenizin gözünün içine sırf manalı bir
cümle kursun diye bakarken de yüreğiniz... O kadar çizilir ki, siz takva sahibi
biri olmasanız da Allah sizi işitir. Giderken babaanneniz, “Oğlum ne zaman
geleceksin ders çalışmaya?” diye sual eder. O kadar ileri hasta olmasına
rağmen, sizin onu ziyaret etmeniz için bir dahaki bayramı bekleyeceğinizi ve o çocukluğunuzun
hatrına yanında olduğunuzu bilir. Bir sokak ötede, sadece bir sokak ötede
dedenizin kardeşinin bahçeli evi müteahhite verilmiş, bahçenin yerinde yeller,
kagir evin yerinde ise üç katlı bir binanın sevimsiz pimapenleri esmektedir. Her
katın bir kardeşe verildiğini yüzünüzü buruşturarak dinlersiniz. Sadece
müteahhitler mi insanlar mutlu olsun ister acaba bu devirde? Bir müteahhitle
babaannemin mutluluktan anladığı aynı şey olabilir mi hiç peki?
Geçenlerde Sırrı Süreyya Önder yazdı, “nakledilir ki
Cebrail-i Emin üç gündür hiçbir şey vahyetmemişti. Peygamber sahabeye dönerek ‘Ya
ashaplarım! Diliyorum ki biriniz bir güzel hikâye veya bir macera söyleyiniz.
Biraz onunla meşgul olayım. İnşallah kardeşim Cebrail gelsin ve vahiy getirsin.’
dedi. “Hikâyenin iyisine” der Sırrı Süreyya Önder, “vahiy dileyen peygamberler
bile muhtaçtır.” Hal böyleyken dört aylık yeğeninizi eğlemek için hikaye
uydurma zorunluluğuna şaşmamalı. Kurban bayramı aynı zamanda küçük bir
bebeğin sayesinde geleceğe gidip hayal kurmaktır. Anlattığınız bir hikayeyi
beğendiği zaman dudağı ve gözleriyle güldüğü anda birden ve nedensiz yere o
hikayeyi kesip, onu bir daha gördüğünde yürümeye başlamış olacağını ona
fısıldamaktır. Akşam körfez manzarasına bile bakmayacağınız evinizde yapayalnız
ve onsuz ne yapacağını o bebeğe sormak, onun suratının/suretinin birden
ciddileşivermesini izlemektir. Bir arkadaşımın şahane tanımlamasıyla küçük bir
bebeğe verebildiğiniz tek duygu olan sevginin artık neredeyse elle tutulur bir
hal almasıdır. Kurban bayramı onun size verebildiği tek karşılık olan o
gülücüğe kurban olmanızdır, ondan ayrıldıktan sonra arabanızın onun kokusuyla
dolması, o kokunun ara ara sizin burnunuza gelmesidir.
Kurban
Bayramı, yıllar yılı peşinden koştuğunuz kızla hiçbir şey olmamış gibi, eski
günlerdeki gibi, (yani Nazım Hikmet’in o enfes dizesindeki gibi, herkes gibi)
konuşmaktır. O “dargınlar barışır” safsatasının gerçeğe en yakın olduğu an,
işte o andır. Sizin ilk olarak yazlıkta bir zamanlar esnaflık yapmış, ikinci
olarak da ateist bir arkadaşınızdan telefon almanızdır bayram tebriki olarak. Telefonda
bayram sabahı İstiklal’in, Galatasaray Lisesi’nin önünün ne kadar ıssız olduğundan
bahseder size, sırf o ıssızlığı bertaraf etmek için aramıştır sizi. “Dargınlar
barışır” olmasa da, “dostlar konuşur”, bir bayram gerçeğidir.
Bu bir kurban
güzellemesi değildir, bir bayram güzellemesidir. Geçmiş kurban bayramınız, ey
ehl-i blogger, mübarek ola.
Etiketler:
aşk,
çocukluk anıları,
Hz. İbrahim,
Hz. İsmail,
Hz. Muhammet,
Kur'an,
kurban
15 Ekim 2012
Twitterla Blog(ger) Arasındaki Farklar
Twitleriniz dijital makinayla çektiğiniz fotoğraflar
gibidir, bir daha dönüp bakmazsınız, blog yazılarınız çerçevelettiğiniz
resimler gibidir, kendinizi kötü hissettikçe bakma ihtiyacı duyarsınız.
Twitter hınzırdır, blogger mazur.
Twitter toplantıda kaçamaktır, blogger mesaide kafa dağıtmak.
Twitterda takipçiniz sizi o an çevrimiyse okur, blogda sizi
takip etmeyen de bulur.
Twitter kitleleri mobilize eder, blog bireylerin ufkunu
açar.
Twitter tanışmak istediğiniz ünlüyü görünür kılar, blogger
öğrenmek/tanımak istediğiniz konuyu/kişiyi ulaşılabilir.
Twitter rakipsizdir, blogger tumblr vb rakiplerince kuşatma altında.
Twitter güncele dair her şeyi içeriir, blogun tematiği
makbuldür.
Twitter özgürleştirir, blogger derinleştirir.
Twitter öfkenizi alır, blog hüznünüzü.
Twitterda gündemden geri kalmamakla teselli olursunuz,
bloggerda kendinizi kısıtsızca ifade etmekle.
Twitter anlıktır, blogger durağanlık.
27 Eylül 2012
Sürmelim'in Keledoş'u
Taha, iki yıl önce terk etti Ankara’yı. Anasını
beraberce götürüp Başkale’ye gömdükten sonra, buralara iki yıl dayanabildi.
Varını yoğunu bir hafta içinde elden çıkardı, iki çocuğunu ve karısını aldı,
çok uzaklara gitti. Bir daha geri dönmemek üzere.
Lastikçiydi. 1994 yılıydı; öyle hatırlıyorum. İşi
götüremeyecek kadar yaşlanmış Kızılcahamamlı Lütfü Ağbi’den, ehven bir hava
parasıyla dükkânı devralıp bana komşu olduğunda, bütün suskun ve kederli
havasına rağmen, çabuk kaynaştık. Benimle tribüne gelecek kadar da futbolu
sever olmuştu. Büyük oğlu Derviş’i Gençlerbirliği’nin altyapısına yazdırdığımız
gün, oğlundan daha sevinçliydi. Kırmızı-siyah, ne de olsa Vanspor’un da
renkleriydi. İyi esnaf, çok iyi adamdı. Çok uzaklarda bu yazıyı okuyacak
olursa, biliyorum bana çok kızacak.
İlk yıllarda Taha, ne zaman Ankara’da bir asker
cenazesi kalksa, tuhaf bir mazeret uydurarak ortadan kaybolur, benden birkaç
saatliğine dükkâna göz kulak olmamı isterdi. Şaşırır, bir anlam veremez,
nedense soramazdım. Ailece daha seyrek görüşürdük. Ama anası Sürme’yi iki-üç
günde bir görmesem rahat edemezdim. Meşrutiyet Caddesi’nin yukarılarında,
Kocatepe Camii’ni arka cepheden gören bir apartmanın altı üstlü iki dairesinde
oturuyorlardı. Taha, dertleştiğimiz bir gün, aynı evde oturmaya anasını bir
türlü ikna edemediğini anlatmıştı. Sürme’yi tanıdıkça, onu bir şeye ikna
etmenin imkânsız olduğunu ben de anladım.
Yemeklerine hastaydım. Öğlen olduğunda, bir bahane yaratıp Taha’nın yanına geçer, o sihirli; “Erkan Ağbi, anamda yiyip gelelim mi” lafını duymak isterdim. Bazen bizim çıraklardan birini gönderip yemek getirtirdik. Giderek, ben de iyice arsızlaştım. “Sürmelim, oğlun gelir mi bilmem, ben yemeğe geliyorum” demeye başladım. Ona ilk kez ‘Sürmelim’ dediğimde, karıma yıllar önce ilk kez, Beşevler’de bir pastanede ‘Seni seviyorum’ dediğim günkü boğuşmamı hatırladım. Dış sahada idmandan çıkmıştım. Aynı ‘siyaset’tendik. Buluşup konuşmamız gereken ‘önemli şeyler’ vardı. Pastaneye bir saat önce gelmiştim, ama her geçen dakika bana, onun gelmeyeceğine dair umutsuzluk aşılıyordu. Geldi, karşımda oturdu ve yarım saat lüzumsuz yere siyasi gelişmelerden ve örgütün mükemmel tahlillerinden bahsettim ona. Limonata bardağı elimde, kıvranıp duruyordum. Hayat, gelip bir ana takılmıştı. Ya uçup gidecektim ya da düşüp bitecektim. Uçup gittim.
Taha’nın anasıyla da bir sınırı aşmak istiyordum.
Taha’yla kulis filan yapmadan bir kuşluk vakti açtım telefon, ‘Sürmelim’ diye
lafa girdim. Sesimi tanıyıp, “Söyle Şeytan” dedi. Bu kadar çabuk teslim
olacağını tahmin etmemiştim. Galiba “Bir gün sadece benim için bir yemek yap da
geleyim” gibi bir cümle kurmuşum ki, “Yarın gel, sana keledoş yapacağım” dedi.
Evin mutfağı, Kocatepe Camii’ne yukarıdan
bakıyordu. Sürmelim, tabağımı silme keledoş doldurmuş, ama sürekli
buzdolabından bir şeyler çıkarıp koyup, ısrarıma rağmen masaya oturmamakta
direniyordu. Göz ucuyla, mutfağın ucundan cami avlusunu kesiyordu. İki-üç
dakika kayboldu, tertemiz bir kıyafetle önüme dikilip, “Şeytan” dedi, “sen
kapıyı çekip gidersin, ben camiye gidip geliyorum.” Bir deprem gibi nerdeyse her şey birden
olmuştu. Usulca kapanan kapının sesini duydum, yemeğimi bitirmeden masadan
kalktım. Mutfaktan camiye doğru bakınca, avludaki asker kalabalığından, ama
asıl fora edilen bayraklardan, Kocatepe’den asker cenazesi kalkacağını anladım.
Hemen evden çıktım. Asansörü beklemeden yedi kat merdivenleri indim. Sürmelim’i
Beğendik’in önünde yakaladım. Hiçbir şey sormadım. Beni görünce o da bir şey
demedi. Koluna girerek merdivenlerden avluya çıktık. Bayraklar ve ‘Şehitler
Ölmez Vatan Bölünmez’ sloganları arasından, bildiği bir yere doğru gider
gibiydi. Sonra bana, ‘bir bakışta anayı bulma’ tecrübesini uzun uzun anlattı.
Ağlayan bir sürü kadının arasından birine sarıldı. Biraz uzak kalmıştım. Bir
şeyler söyledi. Duyamadım. Avludan çıktık, merdivenleri indik, Mithatpaşa
Caddesi’nden Meşrutiyet’e dönerek eve geldik.
Taha’nın bazı öğle vakitleri ortadan neden
kaybolduğunu o gün anladım. Sürmelim’in Kocatepe’den hiçbir asker cenazesini
kaçırmadığını, yüreğim sıkışarak öğrendim.
Bir daha keledoş yiyemedim. Sürmelim anladı mı ne, o da bana bir daha keledoş yapmadı.
Sonra bir gün Sürmelim’i Başkale’ye götürdük. Oraya bıraktık. Cenaze kalabalığı dağıldı. Taha’yı bir ara mezarlığın ucuna doğru bir yerde gördüm. Yeğenler, hısımlar bir mezarın başındaydılar. Ben onlara doğru giderken, onlar bana doğru geliyordu. Şehmus’dan öğrendim orada yatanın Taha’nın kardeşi olduğunu. Orhan’ı dağdan getirip oraya bıraktıklarını. Taha’nın bunu yıllarca benden neden sakladığına dair bir sitem geldi aklıma.
Sonra kendimden utandım. Başkale’den döndükten sonra, nerede bir asker cenazesi görsem, Sürmelim’in bir kadına sarılan o görüntüsü geliyor gözümün önüne. O anaya söylediği, benim duyamadığım seslerle çarpışıyorum.
O sesler arasında, Orhan’la 100 metre berisinde yatan
anasından, benim Sürmelim’den
artık esirgenmeyecek bir söz arıyorum.
artık esirgenmeyecek bir söz arıyorum.
( Radikal'de Erkan Goloğlu'nun 15 Ağustos 2009'da çıkan yazısı)
24 Eylül 2012
İsrail’in Cinneti: Gazze
Bugün,
yutamayacağım bir lokmayı ağzıma atacağım: Filistin Sorunu ve özelinde Gazze
Ablukası.
Lokma büyük
çünkü kronoloji hakikaten karmaşık, sorun -bence- yüz yıllık bile olmamasına
rağmen hızla kronikleşti, insani boyutla meselenin özü tamamen birbirine girdi,
şiddet sarmalına hızlıca dolandı ve gerçek Amerika’daki en kuvvetli lobi olan
Yahudi lobisinin manipülasyonlarıyla örselenegeldi.
Konuyu en iyi,
bir Yahudi fıkrası açıklar: Bir turist, Kudüs’teki Ağlama Duvarı’nda vecd
içinde öne arkaya doğru sallanarak dua eden bir haham görünce yanaşıp ne için
dua ettiğini sormuş. Haham “İsrail- Filistin meselesinin çözülmesi için” diye
mukabele etmiş. “Ben 40 yıldır her cumartesi gelir burada dua ederim.” “Peki”
demiş turist, “bir faydasını gördün mü?” “Yok” diye cevap vermiş haham, “bazen
duvara karşı konuşuyorum gibi hissediyorum.” Bu mesele duvara laf anlatma
meselesidir biraz.
Bu konuyla
ülkemizin hemhal olmasının ardında yatan kişi belli: Suriye kumarı
nedeniyle şu aralar birçok çevre tarafından pek de haksız olmayan sebeplerden
ötürü yerden yere vurulan Ahmet Davutoğlu. Davutoğlu, artık kabinenin popüler
bir ismi, hepiniz onun bir akademisyen olduğunu (Boğaziçi!), Neo-Osmanlı
hayaliyle yaşadığını, kendisi her ne kadar “hükümet görüşü” dese de mevcut dış
politikanın mimarı olduğunu biliyorsunuzdur. Ama Hamas Gazze’de yapılan özgür
seçimi kazandıktan sonra, meşruiyeti hiçbir Avrupa ülkesi tarafından
tanınmıyorken, lideri Halid Meşal gizlice Ankara’ya gelmiş ve başbakanla
görüşmüştü, Davutoğlu o zaman için Başbakanlık başdanışmaydı yani kabine
dışındaydı, o zamandan beri bu politikayı şekillendiren isimlerin başında
geliyor. Dışişleri Bakanları seviyesinde yapılan kapalı bir oturumda “Kudüs’te
Filistinlilerle beraber namaz kılacağı günü hayal ettiğini” söylediği ortaya
çıkınca orta çapta bir kriz çıkmış, kendisini kapalı bir oturumda söylenenleri
size söylemeyeceğim, ama şu kadarıyla söyleyeyim, BM kararlarına bakarsanız ne
demek istediğimi anlarsınız minvalinde bir açıklamayla savunmuştu. Kudüs’ün
Filistin toprağı olduğunu söyleyen bir BM kararı olduğunu, ben bu sayede
öğrenmiştim. İsrail, bunun gibi sayısız BM kararını yıllar yılı yok sayageldi,
11 Aralık 1948’de alınan ve mültecilerin hızlı bir şekilde evlerine dönmelerini
vaat eden BM’nin 194 sayılı kararı, bunlardan sadece bir tanesi. 1967
Savaşı’ndan hemen sonra, İsrail’deki en yüksek hukuk otoritesi, İsrail
hükümetini şöyle bilgilendirmişti: İdaremiz altındaki topraklardaki sivil
yerleşimler, Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun kesin hükümlerine aykırıdır.
İsrail Adalet Bakanı, bu görüşe katıldığını açıkladı. Savunma Bakanı Moşe Dayan
ise, “İsraillilerin işgal edilen topraklara yerleştirilmesi, bilindiği gibi
uluslararası anlaşmalara aykırıdır, fakat bu yeni bir bilgi değil” demişti.
Fütursuzluk, İsrail sağının, diğer milliyetçi hareketlerden bile sık
sergilediği en karakteristik özelliğidir. Zaten aynı zat, şu cümleleri
söylemekte de beis görmeyecekti: (İsrail) kılıcı tek değilse de ana araç olarak
görmeli, onunla morali yüksek tutmalı. Bunun için tehlikeler icat etmeli ve
bunu yapmak için provokasyon ve intikam metodunu uygulamalı.
Gazze’nin kontrolünün
Filistinlilere geçmesinin tarihi 1994, efsanevi Oslo Barışı’ndan hemen sonra.
2005’te İsrail bölgeden kendi vatandaşlarını da çekince, alan tamamen
Filistinlilerin kontrolüne kaldı. Gazze Ablukası İsrail ve ABD tarafından 26
Ocak 2006’da, Filistinlileri özgür seçimlerde yanlış tarafa oy verdikleri için
cezalandırmak amacıyla başlatıldı. 25 Haziran 2006’da Onbaşı Gilad Şalit’in
kaçırılmasından sonra İsrail’in saldırıları daha da ağırlaştı. Halbuki yalnızca
bir gün önce İsrail Gazze’de iki sivili kaçırmış ve onları İsrail’e
göndermişti.
28 Aralık
2006’da İsrail İnsan Hakları Örgütü B’Tselem, İsrail’in işgal altındaki
topraklarda gerçekleştirdiği zulme dair yıllık raporunu yayımladı. O yıl İsrail
güçleri altı yüz altmış yurttaşı ve 141 çocuğu öldürdü. Sonuç olarak İsrail
güçleri 2000’den bu yana neredeyse dört bin Filistinli öldürmüştü.
Temmuz 2007’de
seçilmiş hükümeti askeri bir darbeyle devirip yerine El Fetih’in kuvvetli adamı
Muhammed Dahlan’ı getirmeyi amaçlayan ABD-İsrail girişiminin Hamas tarafından
durdurulmasının ardından Hamas’la El Fetih arasındaki savaşı Hamas kazanınca,
İsrail Gazze Şeridi’ne ekonomik bir abluka uygulayarak bu yeni duruma hemen
karşılık verdi. Hamas ablukaya, Gazze Şeridi’ne en yakın kasaba olan Sderot’a
füze fırlatarak misilleme yaptı. Bu gelişme, hava kuvvetlerini, topçusunu ve
savaş gemilerini kullanması için İsrail’e bahane oldu.
2007’nin eylül
ayında İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda günde ortalama sekiz
kişi öldü. Bunların çoğu çocuktu. İsrail’in başlıca askeri analisti Zeev
Schiff’e göre “İsrail ordusu daima kasıtlı ve bilinçli olarak sivil halkı hedef
almıştır.” Uluslararası Af Örgütü, Gazze ablukasında İsrail’in beyaz fosfor
bombası kullandığının “açık ve yadsınamaz” olduğunu bildirdi ve yoğun yerleşim
alanlarında defalarca kullanılmasını bir savaş suçu sayarak kınadı.
Haziran
2008’de İsrail ve Hamas bir ateşkeste uzlaşmışlardı. İsrail hükümeti, 4
Kasım’da Gazze’yi istila edip yarım düzine Hamas aktivistini öldürerek
anlaşmayı bizzat bozana kadar, Hamas’ın tek bir roket dahi fırlatmadığını resmi
olarak kabul ediyor. Hamas ateşkes anlaşmasını yenilemeyi önerdi. İsrail
kabinesi öneriyi reddedip 27 Aralık’ta [2008] öldürücü ve yıkıcı Dökme Kurşun
Operasyonu’nu başlatmayı tercih etti.
Maalesef her
haham girişte anlattığım fıkradaki kadar nüktedan değil: Kuşatmadan bir sene
önce, Seferad Hahambaşı Başbakan Olmert’e bir mektup yazmıştı. Jerusalem
Post’un aktardığına göre, eski Hahambaşı, Gazze’deki bütün sivillerin roket
saldırılarından sorumlu oldukları, dolayısıyla roket saldırılarını durdurmak
için düzenlenecek yoğun bir askeri saldırı sırasında sivillerin ayrım
gözetmeksizin öldürülmesinde ahlaki açıdan hiçbir yasaklamanın bulunmadığı
bilgisini veriyordu.
İsrail ordusu
Gazze’nin sivil halkını bombaladığında ve bunu teröristlerin sivil hedeflere
yaptıkları füze saldırısına karşı kendini savunma hakkı olarak açıkladığında,
BM Genel Kurulu Başkanı, eski Katolik Kilisesi Rahibi ve Nikaragua Dışişleri
Bakanı Miguel D’escoto Brockmann bu eylemi soykırım olarak tanımlamaktan
kaçınmadı. BM yardım görevlisi Jan Egeland ve İsveç Dışişleri Bakanı Jan
Eliassın, İsrail’in Gazze saldırıları hakkında Le Figaro’da şunları yazdı: Çoğu
çocuk 1.4 milyon kişi, dünyanın nüfus yoğunluğu en yüksek bölgelerinden birine
yığılmış durumda; hareket özgürlükleri yok, kaçacak ve saklanacak hiçbir
yerleri yok.
Şabat gününde
başlayan, Gazze’nin büyük bölümünün harabeye dönmesi ve bin kadar kişinin
ölümüyle sonuçlanan o saldırıdan iki hafta sonra, Gazzelilerin çoğunun yaşamını
sürdürebilmesini sağlayan BM Kuruluşu UNRWA (Birleşmiş Milletler Filistinli
Mültecilere Yardım Kuruluşu), İsrail askeriyesinin yardım sevkiyatının Gazze’ye
ulaşmasını engellediğini duyurdu. Gerekçesi Şabat günü olduğu için geçişlerin
kapatılmasıydı. Yüzlerce kişi Şabat gününde Amerikan bombardıman uçakları ve
helikopterleri tarafından katledilebiliyorken, bu kutsal güne saygı gereği,
ölüm kalım savaşı veren Filistinlilere yiyecek ve ilaç verilmemeliydi.
Elektrik
kesintileri yüzünden insanların odun ateşi yakmaya çalışması sonucunda, Gazze
Şeridi’ndeki Şifa Hastanesi’nde yanık vakaları yüzde 300 arttı. İsrail klor
sevkiyatını yasakladı, bu nedenle [2009] Aralık ortalarından itibaren Gazze
Şehri’nde ve kuzeyde su kullanımı üç günde bir altı saatle sınırlandırıldı.
İsrail’le
Türkiye ilişkilerinin çıkmaza girmesinde Davos’ta 29 Ocak 2009’daki one minute
krizi, bir dönüm noktası. 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara gemisine uluslararası
sularda, rotasını Mısır’a çevirmişken yapılan ve gemideki dokuz yolcunun
ölümüyle sonuçlanan olay, iki devletin arasına “kan girmesi”ne yol açtı,
ilişkiler o zamandan beri bu sorunun çözümüne kilitlenmiş durumda ve süre iki
tarafın da lehine işlemiyor. Ama Mavi Marmara, bu ablukayı kaldırmak üzere yola
çıkan ilk gemi değil. 30.12.08’de Dignity [Haysiyet] isimli küçük bir gemi
Gazze’ye gitmek üzere Kıbrıs’tan yola çıkmıştı. Gemideki doktorlar ve insan
hakları aktivistleri, İsrail’in suç teşkil eden ablukasını delmek ve kapana
sıkıştırılmış Gazze halkına tıbbi malzemeler götürmek istiyorlardı. İsrail savaş
gemileri uluslararası sularda bu küçük geminin yolunu kesti, çarparak ciddi
hasar verdi; gemi az daha batıyordu, güçlükle de olsa Lübnan’a ulaşmayı
başardı. İsrail yalanlardan oluşan rutin bir açıklama yaptı. Fakat aralarında
CNN muhabiri Karl Penhaul’un, eski Temsilciler Meclisi üyesi ve Yeşil Parti’nin
başkan adayı Cynthia Mckinney’in de olduğu gemideki gazeteciler ve yolcular
açıklamayı yalanladılar.
Mavi
Marmara’daysa, İsrail komandoları gemiyi ele geçirmek üzere bir operasyon
düzenlediler, İsrail tarafının açıklaması, örgütlü bir direnişle
karşılaştıkları ve meşru müdafaa yaptıklarıydı. Sonradan BM tarafından Eylül
2011’de hazırlanan raporsa Türkiye tarafından tepkiyle karşılandı, Türkiye
raporu tanımadığını açıkladı. Rapor, kısaca “Filonun ablukayı kaldırmak için
düşüncesizce hareket ettiğini, katılımcıların çoğunun bir şiddet niyeti
olmadığını, ama yine de başta İHH olmak üzere düzenleyicilerin gerçek
niyetleri, amaçları ve uyguladıkları hakkında ciddi soru işaretleri bulunduğunu
belirtti. Ayrıca, ilk helikopterden inen askerlerin, Mavi Marmara katılımcıları
tarafından, önemli organize ve şiddetli bir direnişle karşılaştığını, zincir,
sopa vs silahlar kullanıldığını ama ateşli silah kullanılmadığını… … diğer
yandan İsrail’in ölümler karşısında tatmin edici bir açıklama yapamadığını… …9
kişiden 7’sinin vücudunun birden çok yerine isabet eden kurşunlarla… 5
tanesinin arkadan vurularak… …tek kurşunla vurulan iki kişiden birinin iki
gözünün ortasından, ve en az birinin çok yakın mesafeden ateş ederek öldürüldüğünü,
bu kişinin (Amerika vatandaşı da olan Furkan Doğan) yüzünde, kafatasında, sol
bacağında ve sırtında da yarası olduğunu, muhtemelen öldürücü kurşunu aldığında
zaten yaralı olduğunu, bunun tanık ifadeleriyle de desteklendiğini… …ve
ölenlerin hiçbirinin yaralayıcı alet taşıdığına dair bir kanıt olmadığını…
söylüyordu. Rapor, bu haliyle bile şimdiye kadar anlattıklarımla ne kadar
uyumlu, farkındasınız değil mi?
İsrail,
cüretini Amerika’dan alıyor, bunu inkar edebilecek babayiğit var mı,
bilmiyorum. Harry Truman, vaktinde “Kusura bakmayın beyler, seçmenlerimin
arasında yüzbinlerce Arap yok” demişti. 1949’dan bu yana ABD, İsrail’e 100
milyar dolardan fazla hibe yardımı yaptı ve yönetimin parçası olmayan kurumlar
da yılda 1 milyar dolar para aktarıyor. Bu tutar ABD’nin Kuzey Afrika’ya, Güney
Afrika’ya ve Karayipler’e aktardığı paranın toplamından daha fazla. Sözü edilen
bölgelerin toplam nüfusu 1 milyardan fazladır, İsrail’in nüfusuysa yedi milyon.
Bununla beraber, hakkını teslim etmek gerekir ki ABD, Filistinlilerin geri
dönüş hakkından resmi düzeyde hiçbir geri adım atmadı. Birkaç haftadır yaklaşan
başkanlık seçimindeyse tuhaf şeyler oluyor. Obama’dan ümidini kesen
Netenyahu’nun Cumhuriyetçi Mitt Romney’i desteklemesi, Obama’yı suçlar
mahiyette açıklamalar yapmasının ardından, ajanslara bugün düşen haberde Obama
Netenyahu’nun İran hakkındaki açıklamalarına yönelik gürültü ifadesini kullandı.
(Bir başka fıkra gibi özel konuşmada, Sarkozy, yanılmıyorsam İngiltere
Başbakanı Cameron’a, Netenyahu için ‘Bunun yalanlarından bıktım’ demişti) Obama, dört senelik başkanlık kariyerinde
İsrail’e en açıktan cephe aldığı zamanın seçim arefesi olmasını kendime izah
edemiyorum, ama eğer bu gerçek bir paradigma değişikliğine evrilirse, İsrail’in
fütursuzluğunun sonu gelebilir.
Kaynakça:
Noam Chomsky-
Ilan Pappe Yaşamla Ölüm Arasında Gazze- Dünden Bugüne Filistin Sorunu
NTV Tarih Temmuz
2010 Sayısı özel eki. (Kapaklarında İsrail’in yaptığının devlet terörü olduğunu
ilanen duyurmasındaki cesaret, takdire şayandı gerçekten…)
2 Eylül 2012
Güneybatı Sahillerinde 1000 km
335: Benim evimin önünden (İzmir Tarihi
Asansör) Göcek’te gayet konforlu Arion Otel’e (tek eksisi odalarının biraz ufak
olması) gitmek için yapacağınız km miktarı. Göcek, çok klas olduğunu her açıdan
size hissettiren bir tatil beldesi. Şirin demek isterdim ama bildiğin kodaman
yuvası, oranın denizinde beachinde sağımda solumda milyon dolarlık teknelerle
beraber yüzmek bana yağmurda hızlı hızlı yürüyüp ıslanmamaya çalışırken yandan
geçen lüks bir otomobil tarafından tepeden tırnağa sıçan gibi ıslatılma hissi
verdi. Zaten Türkiye’de başka hiçbir tatil beldesinde bu kadar yatçılığa dönük
dükkan tabela vs görmedim. MM Migros’ta bile yatlara servisimiz yapılıyordu
tabelası vardı, artık o derece abartılı olay, bizi bile daha çok in ve cinlerin
takıldığı beach’e limandan bir zodyakla götürdüler.
Şehirde bir km
içinde görebileceğiniz üç adet marinadan en afillisi, Doğuş Holding’in akıllara
seza D-Marin’i. Henüz bitmemiş birkaç büyük bina ve içinde marina, Swissotel’e
ait bir butik otel ve aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz “şey” var. Şey diyorum,
zira bence buna ev demeye bin şahit ister. Evin önünden geçen kanal marinaya
bağlanıyor, evinizin önündeki zodyaklarla marinaya gidip oradan yatınızla
Göcek'in mavisine dalabilirsiniz.
… veya
sahilden 12 adalar denen ufak adacıklara açılan tekne turuna katılır, hem
maviyi, hem yeşili aynı denizde yan yana, iç içe ve peşisıra görebilir, ayrıca
kaptanın akıcı Acun İngilizcesiyle (alfınaursivimdaym) dilediğinizce dalga
geçebilirsiniz. Koyların hepsi birbirine benziyor, yine de yüzme merakı varsa
sıkılmanız mümkün değil- bununla birlikte tabi büyük tekneli turlarda verilen
hizmetten beklentiniz fazla olmasın.
Keyfinizi
kaçırmak gibi olmasın ama bu 12 adalardan bazıları mesela Zeytin Adası,
Türkiye’nin önde gelen zenginlerine ait olagelmiş. Özal zamanında Asil
Nadir’in, sonra Cem Uzan’ın, şu anda da Ahmet Nazif Zorlu’nun… (Rantın, hadi
ayıp olmasın, sermayenin son otuz yılda nasıl el değiştirdiği de herhalde daha
basitçe anlatılamaz) Keza Simavi ailesina ait de bir başka ada var.
Akşam yemeğini
Can Restaurant’ta yedik, biraz tuzlu olmakla birlikte çok da fena değildi, tüm
gezide İzmir’de uğrak yerlerimiz olan balıkçılar kalibresinde bir yer
göremediğimizi belirteyim yalnız.
Beldede
hatrısayılır oranda Amerikalı turist olması ve bisikletin de bir Türk beldesine
göre ortalamanın üstünde bir sıklıkla kullanılması da ilginç geldi bana, demek
insanlar çok pahalı oyuncaklardan sıkılınca çocukluklarına mı dönüyorlar, nedir…
342: Maruz kaldığımız kodaman radyasyonundan
arınmak için İnlice Köyü’nün yakınlarındaki İnlice Halk Plajı’na gidip orada
çekip fotosunu Zaytung’a koyabileceğimiz kuma gömülmüş amcalarla beraber denize
girmek de isteyebilirsiniz. Ayrıca bu eşsiz deneyiminizde nasıl olup da kumda
terlikle yürürken belinize kadar kum sıçratmayı başarabildiğiniz üzerinizde
derin derin düşünme imkanınız olacaktır. Gün sonunda plajın oradaki marketten
alacağınız magnumla da mutluluğun dibine vuracak, ergenken yılda sadece birkaç
kere cornetto almanıza müsade edilen yıllarınızı gülümseyerek anımsayacaksınız.
366: Fethiye Marina’da, fiyat
performans olarak şiddetle tavsiye edeceğim Alesta Otel’e varışta kadranda okuyacağınız
km. Ama esas film, Fethiye’de değil, Ölüdeniz’de dönüyor, oradaki oteller de
daha az lüks olmasına rağmen görece daha pahalı. Fethiye Liman’dan kalkan
tekneler de Göcek’teki 12 adalara götürüyorlarmış, ama daha uzun bir deniz yolculuğuyla,
dolayısıyla o tura Göcek’ten çıkmayı tavsiye ediyorum. Balık yemek isteyenler
için Fethiye Balık Hali, İzmir Güzelbahçeyi andıran bir atmosfere sahip, çok
matah olmamakla birlikte Hilmi’nin yerini tavsiye ediyorum.
376: Ölüdeniz. Namını kesinlikle hakeden bir yer. Öncelikle bitki örtüsü ağaçlık
(daha çok çam) ve diğer yerlerden daha da abartılı olarak denizin bittiği
noktadan itibaren ağaçlar yükselmeye başlıyor, mesela At Bükü’nde (at mı bükü?)
çam iğneleriyle beraber yüzmek çok keyifliydi. Burada yapılacak temel aktivite,
tekne turuna katılmak: Burada da kendine faydası olmayan bir başka adam Fatih
Tabak’la beraber birnevi askerlikte acemilik günlerini anımsatan manzaralar
görüp yurdum insanının neden böyle olduğuna dair felsefi tartışmalar yapmaktan
arta kalan vaktimizde, hepsi birbirinden özgün koylarda ense yapma imkanı
bulduk: Mavi Mağara, Aziz Nicolas’nın şöle bir uğradığına inanılan köy, -ki bu
yörede bunlardan balya balya var- ve tabi ki Kelebekler -bizim deyimimizle
Öberekler-Vadisi..
Tekneyle yanaştığınızda elektriğin bile olmadığı ve 95’te 1. Derece SİT alanı ilan edilmiş bir koy Öberekler; ismiyle müsemma bir kaya üstüne konuşlanmış bir Rock Bar, zorlayıcı bir parkurla gidip dönmesi kırk dakika alan küçük şelale, sağa sola konuşlanmış bilumum incik boncukçu ve billur gibi bir koy, bu vadinin diğer atraksiyonları. Teknenin burada bir saat civarında kalması benim için biraz asap bozucuydu, dediğim gibi tercihen daha küçük bir ekiple bir tur ayarlayabiliyorsanız, burada hiç sıkılmadan bir gün eğlenebilirsiniz, zaten yurdum hippilerinin tatilini bu koyda geçirdiğini duyagelmiş olmalısınız. Buraya dair duyduğum bir diğer rivayet burada tatillerini geçirenlerin, aslen teknelerin yanaştığı saat olan 11-4 arasında plaja hiç çıkmadıkları yönünde, bu da aslında benim plajda niye bu kadar az insan gördüğümü açıklıyor olmalı.
Tekneyle yanaştığınızda elektriğin bile olmadığı ve 95’te 1. Derece SİT alanı ilan edilmiş bir koy Öberekler; ismiyle müsemma bir kaya üstüne konuşlanmış bir Rock Bar, zorlayıcı bir parkurla gidip dönmesi kırk dakika alan küçük şelale, sağa sola konuşlanmış bilumum incik boncukçu ve billur gibi bir koy, bu vadinin diğer atraksiyonları. Teknenin burada bir saat civarında kalması benim için biraz asap bozucuydu, dediğim gibi tercihen daha küçük bir ekiple bir tur ayarlayabiliyorsanız, burada hiç sıkılmadan bir gün eğlenebilirsiniz, zaten yurdum hippilerinin tatilini bu koyda geçirdiğini duyagelmiş olmalısınız. Buraya dair duyduğum bir diğer rivayet burada tatillerini geçirenlerin, aslen teknelerin yanaştığı saat olan 11-4 arasında plaja hiç çıkmadıkları yönünde, bu da aslında benim plajda niye bu kadar az insan gördüğümü açıklıyor olmalı.
390: Faralya Köyü, bu vadinin tepesine
konuşlanmış bir köy, hiç de fena olmayan bir asfalta sahip olsa da, yolun diğer
tarafının uçurum olduğunu ve iki kere %10’luk eğim çıktığınızı belirtmekte
fayda var. Öberekler vadisinin tepeden bir görüntüsü aşağıda, Faralya (yeni
adıyla Uzunyurt) Köyü üzerinden son derece dik bir kanyonla bu koya inilse de,
bunun özel kıyafetler olmadan yapılması imkansız, sarp yamaçta meydana gelen
ölümlerle ilgili haberleri internette okuyabilirsiniz (Benzer eğim ve kıvrım
uyarısını Kalkan-Kaş ve Kekova-Göcek arası için de yapabilirim, bu yolların
hatrısayılır bir kısmı tek şerit, dolayısıyla sabırlı ve güvenli şoförlük
lazım…) Köye giderken Kelebekler Vadisi'ni tepeden görme imkanınız olacak,
vadinin tepeden görünüşünün çok daha etkileyici olduğunu rahatlıkla
söyleyebilirim. Bu köyün bir yolu Kelebekler Vadisi’ne inerken, bir diğer yolu
Kabak Koyu’na iniyor.
396: Öberekler ne kadar hippi
kafasıysa, Kabak Koyu da bir o kadar Hindu Kafası. Şaka gibi ama bir yoga merkezi bile var koyun içinde! Koya, kendi arabanızla inmeniz imkansız, ama ücreti mukabili Faralya Köyü'nden ring yapan nuh nebiden kalma ciplerle koya inebilirsiniz. Burada birkaç işletme
Bungalow tipi evlerle (Mekanı parsellemiş olan SeaValley’nin geceliği 250
lira!) konaklama imkanı sunuyor, fakat çadırınızı da kapıp gelebilirsiniz.
Öncelikle Kabak Koyu medeniyetin ulaştığı bir yer, (lütfen bunu elektrik var
diye okuyunuz) mesela Sea Valley Restaurant hemen ön tarafına ufak bir havuz
bile yapmış. Bilhassa sözlükte (harbi bir ekşisözlük vardı ona noldu?) bu
durumu kötüleyen ve koyun orjinalitesinin bozulduğunu iddia eden birkaç yorum
okudum, bence bu bir çeşitlilik sunmuş burada tatil yapacaklara: İsterseniz
tamamen doğal şartlarda Kelebekler’de, veya yine bakir bir koyda ama daha
pahalı ve daha nasıl denir… medeniyetin nimetlerinden faydalanan bir şekilde
Kabak Koyu’nda tatil yapabilirsiniz, (Sea Valley plaja nazır beach cluba
benzeyen bir restaurant da açmış ve adamlar mesela mekan önündeki minderlerden
para almıyorlar!) Üçüncü bir seçenek de Kabak Koyu’nda çadır kurabilirsiniz -bungalow’ların
önünde hindubaş gördüm ben gayet de. Öbereklerin kumsalı olmasa da denizi Kabak
Koyu’na basar onu diim yalnız…
Ölüdeniz'e dair son not,
yükseklik korkusuna sahip ve cenabetliğiyle maruf bloggerınız, kendine faydası
olmayan ekürisi Fatih’i de kandırıp yamaç paraşütü yapmadı, paraşütleri dolanıp
700 metreden çakılanlarla konuşmadım, ne var ki yapan ve salimen yere inenlerin
hepsi bunun dayanılmaz bir zevk olduğundan ve onsuz Ölüdeniz gezisinin bir
anlamı olmadığından bahsediyor, eh bloggera zeval olmaz. Zaten ekürileri yardan
uçuran bir tutam özgürlük…
496: Patara Ören Yeri Müzekart’ın
(tıpkı Aziz Nicolas’nın köyü gibi) da geçtiği ve Turizm Bakanlığı bünyesinde
bir yapı, aynı biletle hem örenyerine hem plaja 5 tl’ye girebiliyorsunuz. Plaj,
18 km kumsalıyla Türkiye’nin en uzun plajı,
bununla beraber denizi açık olduğu için dalgalı, dolayısıyla esas hazine
Likya devletine başkentlik yapmış olan Patara şehri.
Örenyeri çok
geniş bir arazi üzerinde, ve bilinen ilk meclis olan Ulusal Meclis’le Romalılar
zamanında inşa edilen tiyatro, birbirine bitişik. Tavsiyem buraya güneşin
batmasına yakın gelin, hem havanın kızıllığında tarihe dokunmanın tadını
çıkarın, hem de geniş alanda gezerken ziyan zebil olmaktan kurtulun
Söyleyecek çok
fazla bir şey yok aslında, Patara’ya 40 km mesafedeki Xanthos’la birlikte,
burada büyük bir cevher yatıyor. Hem de tamamen saldım çayıra mevlam kayıra şeklinde
kendi haline bırakılmış (bilhassa UNESCO Kültür Mirası’nda olan Xanthos-Letoon
şehirleri) çok kıymetli bir mirastan bahsediyoruz, neyse öfkemin birazını
Xanthos bahsinde kusayım, Patara yine daha ehven diğerlerine göre- yine de
saldım çayıra mevlam kayıra her manasıyla doğru, Patara’da da harabeler
üzerinde koyunlar keçiler otlamaya devam ediyor- tıpkı Selçuk Efes’teki gibi.
537: Kaş tuhaf yer. Hatrısayılır bir
25-30 yaş civarı kitle var beldede ve merkez akşamları çok hareketli, ben yol
üstünde üç tane canlı müzik yapan yer saydım. Bir Mavi Bar tutturmuş gidiyor
herkes, ayıp olmasın diye biz de oturduk. Ondan gayrı buradaki dükkanların
sattığı mallar da çok özgün, her gördüğümde, Kuşadası Kaleiçi’ni istila etmiş
çakal esnaf ve onların sattığı sahte mallar aklıma geldi gezi boyunca, Kuşadası
ne kadar şanssız bir memlekettir ya… Kaş’taki oteller apartmandan bozma, ama
yine de Çeşme’dekilerden iyi. Gece marinadaki Vita Restauran’da yedik, çok boş
olması dışında bir eksisi yoktu, biraz romantik kafalar biz iki erkek fatihle
baya sakil durduk, yapacak bir şey yok, sayfalar yabışıyo.
Bomba hadise,
son gün vuku buldu: O gün de bir tekne turu yapmak istiyor ama, bu 537 kmlik yolu
geri gideceğimizi de hesaba katarak tam günlük bir tura katılmak istemiyorduk,
bunlardan iki tanesini geçtiğimiz üç günde yapmıştık zaten. İstediğimiz iki üç
saat boyunca gezeceğimiz ufak bir tekneydi ama bu iş iki kişi için çok
tuzluydu. Bu sırada iki çift gördük, onlar da bizim gibi bir tur organize
etmeye çalışıyorlardı, onlarla beraber biraz arandık, olmayınca ayrıldık. Saat
sabah 11’de gözümüzün önünden tekneler bir bir kalkarken, iki kendine faydası
olmayan adam bir banka oturmuş terimizi siliyor ve hiç konuşmuyorduk. Derken
ben kalktım arabaya geri gitmeyi teklif ettim. Ne de olsa motoru olup dili
olmayan siyah Polo’mla bir şekilde eğlerdim kendimi- veya buna ikna olmuştum.
Tam o sırada dörtlü grubu ufak bir teknede gördük, bize heyecanla el ettiler,
biz de kısa bir kararsızlıktan sonra onlara dahil olmaya karar verdik. İçeride
bizim gibi birkaç kişi daha vardı, toplamda on kişilik ufak bir tekneyle
tatilimizin en güzel gününü geçirdik. Dünya gözüyle cüssesine nazaran şaşırtıcı
hızda hareket eden carettalarla yüzdük, Kaş’a niye balya balya insanın dalmak
için geldiğini suyun altında geçirdiğimiz dakikalar boyunca daha iyi anladık, Bir
Fatih Akın filmini anımsatan bir iştah ve muhabbetle aynı yemek masasının
etrafında hararetli sohbetler ettik, kaptanın (sanırım adı Ömer’di) maharetli
eşinin yaptığı zeytinyağlıları afiyetle yedik, kaptanın eski patronu olan
İtalyan’ın nasıl olup da teknesine “Dua” adını koyduğunu anlamaya çalıştık,
geminin ufak güvertesinde gölgeye kıvrılıp hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini onu gerçekleştirmek
için hiçbir şey yapmayacağımızdan emin olduğumuz için bildiğimiz hayaller
kurduk. Bu turları Ölüdeniz’de ve Göcek’te de bu şekilde yapmamız gerektiğini
işte o zaman anladık. Fakat heyhat! Anladığımızda, ben dönüş için kontağı
çevirmiştim bile.
572: Ben Likya turunu tamamlayıcı
olması hasebiyle UNESCO Kültür Mirası Listesi’nde olan Xanthos ve Letoon’a da
gitmek istedim, bir şeyler olduğunu kestirebiliyordum, ama karşılaştıklarım
yine de beni dehşete düşürdü. Kapandıktan sonra gittiğimiz için sadece Xanthos’un
ana meydanını görebildik, bize orada engel olabilecek herhangi bir görevli
olduğundan değil, güneş batmak üzere olduğundan… Xanthos, trajik hikayesi bir
yana, en meşhur eserleri British Museum’a kaçırıldığı için de talihsiz bir kent
(ama hala mesela bilinen en uzun Lik yazıtı Xanthos’ta), ama en büyük
talihsizliği bizim yönetimimizde olması sanırım, çünkü, Patara’da en azından
göstermelik olan denetimler, yönlendirmeler, broşürler buradan komple esirgenmiş, bir kere güvenlik hak
getire, herhangi bir taşı insanlar çalıp evine koymuyorsa tamamen kendi iyi
niyetlerinden… Sanırım sözlükte, şehrin altındaki su seviyesi yüksek olduğu
için kazıların iyi gitmediği yazılmış, bunu anlayabilirim, zaten anlamak
zorunda da değilim, aklım ermez… Ama şunu biri anlatsa sevinirim: Gördüğünüz mozaik
toprağın sadece iki parmak altında, bunu ortaya çıkarmaktan bizi alıkoyan ne
olabilir…
5 gün sabah
10-akşam 12-1 gezi, 1074 km, dört ayrı belde. Pekala karadan yapılmış bir mavi
tur olarak adlandırabiliriz aslında, daha Saklıkent’e, Kekova’ya gidemedim.
Güzel geziydi, bilhassa deniz tutkunlarına tavsiye ederim. Tuhaf ki pazartesi
sendromunun en yoğun hissedildiği bu saatlerde bunları tekrar hatırlamak beni
kötü bile yaptı: Çok eğlendiğin bir tatil sonrası sanki dergiye yazı
yetiştiriyormuşçasına didinip yorulduğunda, yazını editleyip vazifeni yapmış
olmanın rahatlığı geçer geçmez, el ayak çekilip yalnızlığınla bir başına
kaldığında ve hayatında aslında hiçbir şey değişmediğini fark ettiğinde,
kendine şu soruyu sorarsın: Benim hayatım hep böyle mi geçecek? İşte bu geziye, bu sorunun cevabını birkaç günlüğüne değiştirmek için bile çıkılır.
Etiketler:
D-Marin,
deniz,
Faralya Köyü,
Fethiye,
Gökova,
Kabak Koyu,
Kaş,
Kelebekler Vadisi Göcek,
Letoon,
Likya,
Mavi Tur,
Ölüdeniz,
Patara,
tekne turu,
UNESCO Kültür Mirası,
Xanthos,
yamaç paraşütü
11 Ağustos 2012
Boğaziçi’nin Şifreleri
Bu, eski bir
yazının devamı aslında. NTV Tarih’in Eylül 2011 sayısında Neşet Eren’le yapılan
mülakatın üstünden, Nafi Baba Tekkesi’nin şeyhleri ile Robert Kolej’in
bağlantısına değinmiştim. (http://metusmehmetus.blogspot.com/2011/09/okul.html)
Bu rabıtanın sadece o kadarla sınırlı kalmadığını öğrenmem, kendisinin de o
şecereye mensup olduğunu satır aralarından öğrendiğimiz ve halen Boğaziçi
İşletme Bölümü hocası olan Mehmet Artemel’in enfes makaleleri sayesinde oldu (bkz.
Kaynakça) ki onların biri de okulun iki kurucusundan biri olan Cyrus Hamlin’in
günlüklerine atıf yapıyor. Geçenlerde yönetmen Metin Erksan’ın vasiyeti üzerine
bir süredir defin yapılmayan Nafi Baba Tekkesi’ne Bakanlar Kurulu kararıyla gömülmesi,
konuya dönmem için iyi bir fırsat.
Öncelikle
biraz Osmanlı tarihi: Şu anki Nafi Baba Tekkesi, İstanbul’un ilk şehitliği
olarak geçen –ve bizim sekiz yıl boyunca yanlışlıkla “Doğatepe” olarak
adlandırdığımız- Duatepe üzerinde kurulmuş. Bu şehitlik, hisar yapılırken
Bizans’a yapılan saldırılarda şehit düşen akıncılar için yapılmış. Yani
Abdünnafi Efendi, Bizans’a saldıran akıncıların şehit olunca gömüldüğü mübarek
topraklar üzerine kurmuş dergahını. Bir bakıma hisar İstanbul’un fethinin
hareket noktasıyken, dergah da Robert Kolej’in sıfır noktası olmuş, hem arazi
olarak, hem de zaman içinde Abdünnafi Efendi’nin oğlu
ve Robert Kolej’de hoca olan Mahmud Cevad Baba’dan başlayan ve Mehmet Artemel
hocamızla devam eden silsileyle… Kamuoyunda -haklı olarak- Anglosakson eğitim
geleneğiyle bilinen Boğaziçi’nin bir de böyle bir damarı varmış yani…
Robert Kolej, aynı zamanda Amerika’nın kendi toprakları
dışında açtığı ilk eğitim kurumu, okula adını veren Christopher Robert ve
okulun en popüler binası olan - okulun bir önceki rektörü Kadri
Özçaldıran tarafından gayet de şık biçimde restore edilen - 1. Erkek Yurdu’na
adını veren Cyrus Hamlin’in yoğun çabalarıyla taş taş inşa edilmiş. Hamlin
kızlarına yazdığı 19 Temmuz 1869 tarihli mektupta, şehirde meydana gelen su
sıkıntısının inşaatı yavaşlattığından bahsederken ilginç bir noktaya değiniyor:
“Şehitlikten gelen dervişler beni geçen gün yapacakları yağmur duasına çağırdı.
Daha önce bir Müslüman’ın bir Hristiyan’ı duaya çağırdığına tanıklık
etmemiştim.” Hamlin, on gün sonra bir başka mektubundaysa, “yağan kuvvetli
yağmurla suyun nerdeyse inşaatın temellerine ulaştığını” yazmış. Daha
matrağı, bir başka tarihsel belge, güzel havada dışarıda yapılan bir derse (o
zamanki öğrencilerin de istekleri çok farklı değilmiş anlaşılan), tekkenin şeyhlerinden Mahmut Baba’nın
bizzat katılarak, dersin Amerikalı hocasını dumura uğrattığından bahsediyor.
Konuyu
romantize ettiğimden şüphelenebilirsiniz, ama yazdıklarımın somut gerçekler
olduğunu Mehmet Artemel hocamızın makaleleri sayesinde biliyorum. Peki ben
bunları tesadüfen twitter’da avarelik yaparken mi öğrenmeliydim? Okulun,
öğrencilerine kendi tarihini nakletmek gibi bir misyonu olmamalı mı, konuyla
ilgili bir ders açılsa, Boğaziçi’nin sadece günde bilmem kaç yüz soru çözmekle
kazanılan bir okuldan ibaret olmadığı, o okulun öğrencilerine bu derste
öğretilse fena olmaz mı?
Kaynakça:
1) National
Geographic’in ilk editörlerinden birinin Robert Kolej’de hoca olduğundan
bahseden ilginç bir makale: https://dl.dropbox.com/u/81375544/From%20Istanbul%20to%20the%20North%20Pole-Robert%20College%20and%20the%20National%20Geographic%20by%20Mehmet%20Artemel.pdf
2) Robert Kolej ,
Nafi Baba Tekkesi ve Duatepe arasındaki
rabıtanın detayları:
3) Nafi Baba
Tekkesi’nin şu anki içler acısı durumuyla ilgili olarak:
4) Konuyla ilgili beni uyandırdığı içeren tekraren: NTV Tarih
Eylül 2011
7 Ağustos 2012
Son Berber Hikayesi
Söylemek için değil, söylememek için yazılır
Louis Gouilloux
- Zafer nerde?
- Burlardaydı, telefonla konuşmaya çıktı şimdi, dışarıda
değil mi?
Çocuğu ilk kez görüyordum, benden
büyüktü. Bir Kurtlar Vadisi prototipi: Kirli sakal, yakası açık beyaz gömlek,
boyunda siyah muska. Berbere yeni girmiş olmalıydı, ama çocukta çırak olacak
yaş yoktu, benden büyüktü çocuk. Bir de traş etmekteydi müşteriyi, Zafer bir
çırağa hemen traşı teslim etmezdi. Bütün bu düşünceler peşisıra zihnimden uygun
adım geçerken, benim Zafer’e baktığımı fark eden dışarıdaki biri Zafer’i
parmağıyla işaret etti. Son aylarda o kadar zayıflamıştı ki sırtından görünce
tanıyamamıştım. Sol eliyle tuttuğu telefonunu kulağına dayamışken, boşta olan
sağ elini bana uzattı, kuvvetlice sıktı. Elinde çok küçük bir pansuman ve
bileğinde hastanede takıldığı belli olan bir künye vardı. Sırf geçmiş olsun
demek için oturdum bekledim. Zafer beni hep bekletirdi. Bir işi vardı hep, ya ek gelir olsun diye birine bir şey satmaya çalışır, ya biriyle lafa dalar, ya
da facebookta öylece takılırdı. Sabırsız bir adam olduğumu bildiği için de yalandan
özür dilerdi her defasında. Tanpınar’ın lafı aklıma geldi o esnada: “Şark,
oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir.” Konuşmalarına
kulak misafiri oldum, birine abartılı bir sevgi gösterisinde bulunuyor,
başlarına geleni beraber atlatacaklarını bahsediyordu. Telefonu kapatınca bana
döndü:
- Naber Mehmet?
- İyi abi, hayırdır geçmiş olsun, neyin var?
- Neyim yok ki? Karaciğerimde tümör varmış,
pankreasa vurmuş. Kanserim ben. (Aklıma hemen Steve Jobs geldi. Bir de pankreasın ne
kadar ölümcül bir kanser türü olduğu. Ondan sonra Zafer'in son zamanlarda niye bu kadar kilo verdiği. Şüphelenmediğim için kendi kendime kızdım.)
Yerimden
kalktım, onu tabureye oturttum. Kemoterapiden geliyordu. Geçen hafta kemik
ağrılarına dayanamayınca doktora gitmişti. Doktor teşhisi koyduktan bir hafta
sonraya kemoterapi koymuştu. O kadar vahimdi yani durum. Az önce dükkanda konuştuğum çocuk bu sırada
kapı önüne çıktı. Zafer onu tanıttı:
- Bu Serdar, benim trekten arkadaşım. (Geçen traş
olduğumda, beni ne kadar ısrarla treke çağırdığını hatırladım. Her defasında
başka bir bahaneyle onu ektiğim için içim cız etti) Berber ama yapmıyor
mesleğini. Bak Serdar, ben üç dört ay gelemicem, burası sana emanet. Maksat
müşteri kaçmasın, zaten senin elin de iyi. Vergi işini falan ben ayarlayacağım
şimdi, sen sadece z raporunu alacaksın günlük. Maliyeden gelirlerse, sen sadece
dükkanda duruyorsun, açık kalsın diye. “Fiş” derse Mehmet senin arkadaşın, onu
traş ediyorsun, para almıyorsun bile, ne fişi? Bu sorulara hazırlıklı ol diye
söylüyorum… Müşterilerimden 15 veya 20 lira alırım, 3-4 kişi 50 lira verir, ‘ne
alıyordu sizden Zafer Abi?’ diye sorarsın, onlar zaten verir. Burası bana ve
aileme baktı, eğer sen buraya bakarsan, sana da bakar, bana da bakar. Sen şimdi
bugün git, oradan da biraz para al, yarın 9’da gel.
- Tamam abi. Hadi eyvallah.
- Para al lan!
- Tamam abi görüşürüz.
Çocuk para
almadan gittikten birkaç adım sonra Zafer arkadan seslendi:
- Olm Serdar!
- Söyle abi!
- Bugün vaktinde açmadın zaten, ulaşamadım sana!
- Abi sabah mahkemem vardı dedim ya.
- Olm ortada bırakma beni lan…
Bu cümleyle birlikte bombok oldum.İki çocuğa ve çalışmayan eşine o bakıyordu ve bu adam şu anda ayakta duramıyordu, zayıflıktan damağının kemiği görünür hale gelmiş, zorlukla soluk alıp veriyor, kelimeler ağzından tıslayarak çıkıyordu. Ama belagati hala yerindeydi. Çocuk biraz
durdu, Zafer’in gözünün içine bakıp, “yarın gelicem sen merak etme abi” dedi.
Bu yazıyı aslında
yazmayacaktım. Bir insanın en önemli mahremi sağlık durumu, ondan bir yazı
devşirmek bana bu durumu ticarileştiriyormuşum gibi geliyor, bu ahlaksızlığı işlemekle
tanık olduğum sıkıntıyı sizinle paylaşarak hafifletmek arasında gidip geldim
bir hafta boyunca. Önce abime sonra ailemin geri kalanına bahsettim, annem
ağzımdan hiç hayırlı bir laf çıkmadığını öfkeyle söyledi bana. Haklıydı. Hikayeyi bu kadar detaylı olarak sadece dün
Deniz’e anlattım, bundan bahsetmek bile yeteri kadar acı veriyor. Belki de
o yüzden yazıyorum, Gouilloux’nun dediği gibi.
Dün evine gittim. Evde sadece annesi vardı,
durumun vahametine dair bir emare daha: Türk erkeğinin sadece çok muhtaç ve
müşkül olduğu zaman annesine sığındığını bilecek kadar bu ülkede yaşadım ben.
Ayağa kalkamadı. Beni yanına oturttu, annesine beni ne kadar eski tanıdığından,
tavlada beni ne kadar feci yendiğinden bir çocuk gibi bahsetti. Aklıma
Demirkubuz’un Kader filmindeki Uğur'un (Vildan Atasever) yatalak babası
geldi. On dakikadan fazla duramadım
evde, kızının onu öptüğünü görür görmez çıktım. Ben kapıdan çıktıktan sonra bile Zafer, ‘herkese selam söyle’ diye
bağırıyordu arkamdan.
Dükkan bir
haftadır kapalı. Artık önünden geçerken kafamı çeviriyorum. Saçım papaz gibi
oldu. Bugün gidip traş olacağım başka birine. Kendi kendimi traş edebilmeyi hiç
bu kadar istememiştim.
31 Temmuz 2012
Affedilmeyen Biz Miyiz, Günahlarımız mı?
-Aşağıdaki
yazı Unforgiven filmi hakkında spoiler’ın dibini içerir-
19. yy’da Vahşi Batı’sında küçük bir kasabada
yaşayan fahişeler, arkadaşlarının yaralanmasına kasaba şerifinin gereken cezayı
vermemesinin öfkesiyle üç kişilik bir çete tutarlar: Azılı katillik günlerine “tövbe edip” kendi halinde
sığırlarını otlatmaya çalıştığı bir hayatta debelenen kovboy William Munny
(Clint Eastwood), The Schofield Kid (Jaimz Woolvett)
namıyla maruf bir çaylak ve Munny’nin
en yakın arkadaşı Ned Logan’ın (Morgan Freeman) oluşturduğu zoraki bir çetedir bu. Clint
Eastwood, ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu, western filmlerinin tüm yerleşik
kalıplarını ters yüz ettiği bu filmi çekerek ve başrolünü oynayarak gösterir:
Filmde silahlar doğru dürüst ateş almaz, karakterlerin hepsi ölümden korkar,
tüm Western filmlerinde dekor malzemesi olan kadın karakterler filmin
merkezinde yer alır, hem de fahişeler olarak- Eastwood’un vizörü, bize onların
o sefil hayatlarını da alttan alta gösterip adeta westernle özdeşleşmiş cinsiyetçi bakış açısı için özür diler.
Ben, bu filmi
bambaşka bir sahne yüzünden severim. Filmin sonunda Ned’in öldürüldüğünü
öğrendiğinde, Kid’in elinden içkiyi aldığı ve ağır ağır diktiği sahnede o
zamana kadar biz izleyicileri de şüpheye düşürecek kadar sarsak bir portre
çizen Munny’nin ne menem bir şey olduğunu, Ned ölürkenki (yani Munny’nin
gıyabındaki) konuşmanın ona fahişelerin biri tarafından nakledilmesiyle yavaş
yavaş öğreniriz. İçer ve günaha girer Munny. İçer, ve masumiyette başarısız
olduğu hayatını terk eder. Azılı katil olduğu hayatına kesin olarak rücü eder o içkiden sonra. Onun Zeki Demirkubuz’un Muharrem’inin o yürek
parçalayan deyimiyle, “iyi olmaya çalışan ama iyi olmasına müsade edilmeyen” biri olduğunu
anlarız. Günah işlemenin, eskilerin “iğva”, elin Amerikalısının “temptation”
dediği halin ne kadar kaygan bir zemin olduğunu o sahne o kadar net gösterir ki
o suça, izleyici olarak siz de ortak olursunuz. Kendi hayatınızda da öyle bir
kırılma anınız olmasını beklediğinizi fark edersiniz. Masumiyetinizi
kaybettiğinizden emin olduğunuzda, birisinin içkisini elinden almak ve yavaş
yavaş içmek isterseniz. İçip sonra işleyeceğiniz günahı adım adım tasarlamak.
İçmek başlı başına günah olsa da katlanılabilir- katlanılamayan alkollüyken
yaptıklarınızdır, ve yapamadıklarınız. Hristiyanlıkta içmek zaten “haram” veya
men edilmiş değildir. Hristiyanlıktaki günah mefhumu da farklıdır- Şeytan iyi
bir Hristiyan’ın mutlak düşmanı, onu yoldan çıkaran bir figürdür. Hristiyan bu
yolda kendi başınadır, doğru yolu kendisinin bulmasının gerektiği bir patikayı
şeytanla çarpışa çarpışa çıkacaktır. Müslümanlıktaysa, emirler ve yasaklar
aşikardır. Şeytan, ancak ona izin verileni yapabilir- mücadeleyse içeridedir,
insanın ruhuyla, nefsi arasında. Müslüman neyin haram/günah olduğunu bile bile
yapar seçimini.
Eğer kronik ve
stabil bir isyankar henüz olamadıysam o sınırı geçince yapacaklarımdan
korktuğum kadar, ayılınca/dönüp arkama bakınca kendime duyacağım tiksintiyle
boğuşmak istemediğim içindir biraz da. Affedilmeyecek bir hayatı zımnen
kabullenmediğimdendir. Henüz.
Etiketler:
Clint Eastwood,
günah,
Hristiyanlık,
içki,
İslam,
Unforgiven,
western,
Yeraltı,
Zeki Demirkubuz
10 Temmuz 2012
Vazife
Ne zaman şirket
seyahati lafını duysam ayaklarım geri geri gider. Hep tamamlanması gereken bir
vazife olarak gördüm onları şimdiye dek, her ne kadar mesela Paris gezimi böyle
uzun bir şirket seyahatinin haftasonlarına sıkıştırmış olsam da. Bu vazifeyi
biraz Jön Türkler’in Avrupa’ya gidişine bile benzetirim, onlar bizde olmayan
demokrasiyi, ifade özgürlüğünü, temel hakları ve bir muhayyileyi yerinde
müşahade etmek ve bu hayalleri Osmanlı için de kurdukları için -daha çok Fransa’ya-
gitmişlerdi, ben de, böyle dönüştürücü bir misyonla gönderildiğimiz hissine
kapılırım nedense. Ford’dayken Londra’nın Gebze’sinde 4000 beyaz yakanın
çalıştığı bir arge merkezine gidiyorduk, şimdi bir imalatçıda çalışıyorum, ve
Bükreş’in Gaziemir’i sayılacak bir yere (gerçi Bükreş’le de coğrafi olarak
alakası yok ama, işte teşbihte atış serbest malum) gönderildim, Iaşi diye
yazılıyor Romencede, bildiğiniz Yaş işte. (Yok bildiğinizden değil, ama en
azından okunuşunu biliyorsunuz.)
Cuma günü son
dakikada Romanya pasaportunu alıp bu sabah Bükreş üzerinden pırpır bir
pervaneli uçakla Kars’takine rahmet okutacak Yaş havaalanına indiğimizde, bizi
karşılayanlar, tamamı atarlı kamu görevlileri (insan ister istemez Fatih Akın’ın
o şiir gibi Im Juli filminin pasaport polisini hatırlıyor: “no passport, no
Romania”), İzmir’den beter bir nem, yarısı tarihi, öbür yarısı restorasyonda ve
şantiye halinde bir şehirdi. Yine de, her ne kadar zorla bir yere gönderilseniz
bile, hiç bilmediğiniz ve bir daha hiiç gelmeyeceğiniz bir şehirde avare avare
dolaşmak insanda bir tatil illüzyonu yaratıp insana kendini iyi hissettiriyor.
Akşam
yemeğinde arkadaşlara bu akşam fırtına beklendiğinden bahsettiğimde, havada tek
bir bulut bile yoktu. Yemek yediğimiz restoranın karşısında bir çocuğun keman
çaldığı kafeye oturduğumuzda da… Önce gök gürlemelerini duyduk, sonra da
bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru. Tepemiz şemsiyelerle tamamen kapatılmış
olmasına rağmen, Allahın temmuz ayında öyle öfkeli bir yağmur yağıyordu ki,
oturma düzenimizi değiştirmek ve safları sıklaştırmak zorunda kaldık, benim
daha işe başladığımın birinci ayında keşfedilmiş cenabetliğimle ilgili peşisıra
espriler patlattık karışılıklı. O sırada masadaki arkadaşlardan en ağırbaşlı,
en beyefendisi arkamızdaki masada oturan kızı gösterdi.
- Olm bu arada
Mehmet arkanda en başından beri bir hatun var. Evliyim ama bakıyorum yani,
yapacak bir şey yok.
- Neyse abi
kalkarken bakarım ben de. Tek mi? (Yine yanlış yere oturmuştum. Herhangi bir mekana
gittiğimde masanın en kör yerine oturmayı nasıl bu kadar iyi becerebiliyordum?)
- Valla bir
çocuk vardı karşısında ama kalktı gitti, epeydir de tek başına oturuyor.
Yağmurun beni
ıslatmayı başarmasıyla ve garsonun da önerisiyle yandaki masaya geçtik. Hesabı
ödemiştik, ama o kadar kuvvetliydi ki fırtına, yerimizden kıpırdayamıyorduk.
Aslında bir başka arkadaşın taksi çağırma önerisini alelacele bertaraf
ettiğimize göre kıpırdamak da istemiyorduk. Kıza ilk o zaman baktım, ve bok
atmaya çalıştım: “Büyük olm bu” “Yok be abi” Siyah giyinmişti, simsiyah. Uzun
siyah saçları omzunu geçiyordu. Bu haliyle kime benzediğini biliyordum aslında.
Ama bu daha uzun boyluydu, ve açıkçası daha güzeldi. Masada Yaş’ın Moldova’ya
olan yakınlığıyla ilgili manasız bir laf açıldı. Ben az önce çalan müziği
hatırlattım arkadaşlara. Kemanlı çocuk Scent of a Woman’daki dans sahnesindeki
müziği çalmıştı. (Bir kere de Barcelona’da yine bir kafede bu kez Sinan’la
benzer bir sahneye denk gelmiştik. Sadece orada öyle bir kız yoktu, zaten ona
gerek de yoktu. İçim orada da cız etmişti. Bu şarkıya dair ne hissettiğimi sevgilimle
hiç paylaşmadan ölecek miydim?) Bu şarkının geçtiği sahneyi ve bu filmi ne kadar sevdiğimden bir
iki cümleyle alelacele birkaç dakika önce masadaki arkadaşlarıma bahsetmiştim zaten. Derken yağmur iyice çıldırdı,
beni oturduğumuz masanın etrafında nereye oturursam oturayım ıslatıyordu. Arkadaşım
ciddi ciddi kızın masasına oturmamı teklif etti, kızın karşısındaki sandalye
hakikaten mekanda hiç ıslanmada oturulabilecek tek sandalyeydi -veya ben öyle
görmek istedim (İçeri oturmaktansa dışarıda arada bir ıslanmayı ve kızın güzel
yüzüne bakmayı ben de yeğlemiştim). Birden kafamda o an havada çakanlara benzer
keskin bir şimşek çaktı: Scent of a Woman’da o müzik çalıp Yarbay Slade (Al
Pacino)’le o kız o müzik eşliğinde dans etmeden önce, o kız da erkek arkadaşını
beklemekteydi. Bunun gibi simsiyah giyinmiş bir kız. Masadakilere bunu tasvir
ettiğimde, herkesin sahneyi gözünde canlandırmış olduğunu ve kastettiğim
benzerliği anladığını mutlulukla fark ettim.
Birkaç dakika
sonrası, kızın sevgilisi olduğunu el ele tutuşmalarından anladığımız çocuk, üstü
başı yamyaş kafeye geri geldi. Tüm masa, bu kadar güzel bir kızı bir saat kadar tek
başına mekanda bıraktığı için bağıra çağıra sövüp rahatladık. Yağmur durmuştu.
Canlı müzik bitmişti. Onunla tanışmamıştım. Ama benim için önemli değildi, ben
nasıl olsa buraya bir vazife için gelmiştim.
30 Mayıs 2012
Eşyaların Hafızası
‘İyi misin?’ …berbatmışsın, berbat olduğunu
duydum, görüyorum berbatsın, ne iyi. Daha az kötü niyetli kullanım belki şu;
hiç iyi değilsin, çok kötüsün, biliyorum, onun için şu retorik soruyla sorup
emin olayım dedim. Berbatsın, ne güzel, zaten sana da berbat olmak yakışır. (Fatih
Özgüven, Yerüstünden Notlar, Kendinize İyi Bakın)
Ezel’de Ramiz
Dayı’yla Eyşan’ın yüzleştiği ilk sahnede Ramiz Dayı’nın ağzından dökülen ilk
cümle şudur: “Eyşan Eyşan dedikleri, sen miymişsin?” Moda’da yağışlı bir mayıs
akşamı, onun sevgilisiyle tokalaşmak için elimi dostça uzattığımda, benzer bir
lafı söylememek için dudaklarımı ısırmamayı ne kadar isterdim! Ama yapamadım,
onun yerine “yeni” hayatımdan, (aman ki ne yeni!), iyi/memnun olup olmadığımdan
Türkçe sınavında kompozisyona nereden başlayacağını bilemeyen acemi bir
ortaokul öğrencisi gibi bölük pörçük bahsettim. Bocaladığım için kendime
kızamıyorum, ne de olsa, soru olmasa da kişi, çalışmadığım yerden gelmişti.
Attığım bir cümlelik sms’ime cevap vermeye tenezzül etmemesinden ve arkadaşıma
söylediği yarım ağız “Başka yere sözümüz var ama belki bir uğrarız yeaea”
cümlesinden benim çıkarsadığım, davetime icap etmeyeceğiydi zira. Fakat heyhat!
Hayat, benim gibi sıradan biri için bile sürprizlerle dolu olabiliyor işte.
Yine de öncekilere kıyasla tüm yüzleşmelerim içinde en “tek” durduğum buydu
sanırım, bende nadiren müşahade edilen tuhaf bir özgüven, uzun süredir görmediğim
diğer arkadaşlarımla da birarada olmaktan dolayı bir şımarıklık vardı üzerimde.
(Bir de çocuğu beğenmemiştim sanırım, en azından benden iyi olduğunu
düşünmüyordum. En azından bu duygumda samimi olduğuma kendimi ikna
edebilmiştim) Meş’um ikilimiz de zaten başka bir yere verdikleri sözü mazeret
gösterip masada çok durmadan ikilediler. Beni daha erken bekliyorlarmış. Gaziemir’den
Moda'ya sarı dolmuş ring yapıyor sanki anasını satayım.
Neyse canlar,
gece, yediğimiz bir waffle’ın ardından çokça şirket dedikodusuyla ve
kahkahalara gark olan bir dost sohbetiyle sona erdikten sonra, gece konaklayacağım
arkadaşın evine gittim. Bana yatmam için gösterilen odaya girdim, gözümden uyku
akıyordu. “Odaya yabancılık çekmeyeceksin”den kast edileni, o mahmurlukla idrak
edememiştim, en azından her şeyi bu kadar aynı bulacağımı tahmin etmemiştim.
Yatağım, dolaplarım, hepsini ayrı ayrı kolilediğim tabaklarım bile oradaydı,
sanki o eşyalar kadim bir arkadaşıma iyilik olması için verilmiş değil de,
benim de bir zamanlar o şehirde yaşadığımın nişanesi olsun diye oraya
bırakılmıştı. Sanki diğer arkadaşlarımla ve o kızla benim evimde geçen anılar
(evet, bir kere de olsa ta evime kadar gelmiş, benim eski İstanbul
kartpostallarıma, birbirine benzemez posterlerime, heyula mertebesindeki film
arşivime –nezaketen olduğunu için için hissetsem de- ilgiyle bakmıştı.) benim
değil o eşyaların da hafızasına kazınmıştı. Bu düşünceler kafamda fıldır fıldır
dönerken gayriihtiyari dolabımın kapağını açtım. Bizans zamanında tarihi
yarımadayı gösteren bir gravür kopyasının dolabın içine asılı olduğunu görür
görmez elim ayağım boşandı. Nasıl olsa dönerim diye, taşınırken posteri
dolaptan sökmeye gerek bile görmemiştim. Birden onu o o ücra evde bırakmaya
gönlüm elvermedi. Hatıralarımı bırakmış, o şehirden gitmek durumunda kalmış,
“iyi misin” sorusuna defaatle muhatap olmuş olabilirdim, ama o posteri
götürecektim. Öfkeyle postere hamle yaptım, poster artık yapışkanı da
sertleşmiş sımsıkı bantla tahta dolapla bütünleşmişti sanki. Muzo bir sene
nemli bir depoada durmasına rağmen sapasağlam kalabilmiş posterin başına
geleceği anlamış olmalı ki “abi onu yarın yapalım istersen” dedi. “Yok”
dememle, posteri boydan boya yırtmam bir oldu. Kabahat işlemiş bir çocuğun
suçluluğuyla dolabı derhal kapattım. İstanbuldaki hayatımdan geriye kalan
buydu: Sağda solda yarı atıl duran üç
beş eşya; sadece ne kadar özlediğimi hatırlamaya yetecek kadar görebildiğim birkaç
arkadaş; her gittiğimde değiştiğini/dokusunun bozulduğunu/tadil edildiğini
gördüğüm birkaç mekan… “Neyse” dedim Muzo’ya, “en azından blog yazısı çıktı.”
Ertesi sabah
uyanıp kahvaltı yaptıktan sonra, bir zamanlar günlük hayatta kullanılmış eşyalarla
İstanbul’u hatırlamanın ne demek olduğunu bir de Orhan Pamuk’un gözünden görmek
için Masumiyet Müzesi’ne gittim.
24 Mayıs 2012
Dindarlık Değil Yalnızlık Ömür Boyu
Yalnızlığıyla nasıl başa çıkacağını bilmeyen
ve hiçbir zaman yalnız olmayan kişi, hiçbir zaman gerçek anlamda dindar olamaz.
Din, boşluk olan Tanrı’dan düşman olan Tanrı’ya oradan da yoldaş olan Tanrı’ya
geçiştir. (Alfred North Whitehead)
Hoop, konu
geldi mi yine yalnızlığa. Canlar, şimdi beni siktir edin. Bir sürü falsom var
benim – tanımadığım insanlara çok mesafeliyimdir, zor samimi olurum, genelde
pek eğlenceli değilimdir, hayata karamsarca bakacak bir sebep hep bulurum
vesair. Hepinizin olduğu gibi, benim hayatımda da kendi başıma gelen
musibetlerin benim tercihim olduğunu iddia eden arkadaşlarım var, onlara da
sorup teyit edebilirsiniz bu durumu. Ben size başka birinin hikayesini
anlatayım. (İnsanların bana güvenerek anlattığı hikayeleri, değiştirip çarpıtıp
müstear isimle buradan açık etmenin suçluluk psikolojisi ne kadar ağırdır bir
bilseniz) Günlerden bir gün, Batı Avrupa şehirlerinden bir şehir, o şehrin çeperine kurulmuş ve
bizim 3. sınıf mukallitliğine öykünmekten öteye gidemediğimiz mühendislik
merkezlerinden bir merkezde geçiyor hikayemiz. Sigara molasına çıkmışım- ne
kadar daraldığımı artık varın siz hesap edin. Dönüyoruz, ekipte o zaman samimiyetimizin
olmadığı bir yöneticim var. İş bağlamında rol modelim adam, teknik
yetkinliğiyle, bulunduğu pozisyonun fiyakası ve tabi özlük hakları (yani
kazandığı para) vs bir sürü açıdan. Sigara içilen alanın yanındaki park
alanında muhtelif araçlar var, hepsi gizlilik sebebiyle bir şekilde kamufle
edilmiş prototip seviye araçlar. Bunlardan eski bir tanesinin önüne geldi, epeydir
görmediği dostunu tanımaya çalışırcasına ön tampona kamuflaj için
örtülmüş brandaya dalgın gözlerle baktı. “Benim de burada üç ay kaldığım sürede
bana tahsis edilmiş bir aracım vardı Mehmet, o bu mu diye baktım” dedi. “İsim
takmıştım hatta” diye iç çekti “yalnızlık işte böyle şeyler yaptırır adama”.
Dinle herhangi bir rabıtası yoktu, ve sadece o açıdan değil dünya görüşü olarak
da benim antitezimdi. O laftan o yüzden çarpılmıştım. Ben “ben” olmasaydım da
bu kadar yalnız olabileceğime, haliyle bu girdaptan çıkmak için çabalamanın
beyhude olduğunaysa o anda kani oldum. Bazen, kendi yalnızlığımdan boğulacak
gibi olduğumda, o laf aklıma geliyor, ve peşinden o soru: Yalnızken ne yapar insan?
Bellatrix, “yazar” demişti. Herhalde bu cevap doğru şıklardan biri-
edebiyatımızda son bir asırda yalnızlıktan ve ölümden bahseden bu kadar (güzel)
şiir olmasını ben başka şekilde açıklayamıyorum: Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın / Kulağım komşunun ayak sesinde /
Varsın bir yudum su veren olmasın / Başucumda biri ‘su yok’ desin de.
Hayır, bu
kıtanın yazarı Kemalettin Kamu da -bilindiği kadarıyla- dindar değildi.
Etiketler:
Alfred North Whitehead,
edebiyat,
Kemalettin Kamu,
MFÖ,
yalnızlık,
Yazarlık
20 Mayıs 2012
"Arkadaşımın Aşkısın"
Arkadaşımın
aşkı ile hayatıma birdenbire bir başkası girer, acımasız bir öteki, bir kitap
arası, potansiyel bir düşman. Kimdir bu arkadaşımın aşkı? Onu hak ediyor mu?
Onu benim kadar tanıyor mu? Benim kadar anlıyor mu? Arkadaşımla arama giren bu
yabancıdan, aklım ne derse desin, bütün gücümle nefret ederim… Arkadaşıyla
aşkının arasına girmeye çalışanlar, ‘nasılsa yakında bitecek’ diye pusuya
yatanlar ya da hemen arkadaşının aşkını da ‘kazanıp’ üçlü düzene geçen (ikisi
de aynı kapıya çıkar) becerikli stratejistler vardır, onlardan söz etmiyorum.
‘Hiç bitmeyecek, hiç bitmeyecek’ diye ortalıkta dolaşanlardan söz ediyorum.
Arkadaşlığa yürekten sadık oldukları için gardını almayı bilmeyenlerden, Oktay
Rıfat’ın güzel dizesindeki gibi birdenbire ‘unutuluşun çiyiyle ıslak’, ne
ıslağı, sırılsıklam, sıçana dönmüş bir halde kalakalanlardan, zokayı yutmuş
balık gibi sersem sersem ortalıkta gezenlerden, kendileri terk edilmiş birer
aşık gibi arkadaşlarının yasını tutanlardan söz ediyorum. Çünkü derin
arkadaşlık en çok gençlikte aşka benzer. (Yaş aldıkça türlü tehlikeler
atlatılıp ayakta kalmışsa arkadaşlık da karşılıklı ‘sevgi ve saygıya dayalı’
bir çeşit evlilik haline gelir.) Durmadan birlikte gezen iki arkadaştan
birinin, dalgın dalgın tek başına ortalıklarda dolaştığını görürseniz bilin ki
ortada bir ‘arkadaşımın aşkı’ durumu vardır. Oscar Wilde, nüktedanlığı bir
kenara bıraktığı anlardan birinde, ‘arkadaşlarımızın acılarına üzülmek marifet
değil, marifet arkadaşlarımızın mutluluklarına gerçekten sevinebilmektir, bu
çok daha enderdir’ demiş. (Fatih Özgüven, Yerüstünden Notlar)
Etiketler:
arkadaşlık,
aşk,
Fatih Özgüven,
yalnızlık,
Yerüstünden Notlar
14 Mayıs 2012
Bizim Ülke Milliyetçilik Okur...
Aşağıdaki röportaj Altüst
dergisinin internet sitesinden kopyalanmıştır http://www.altust.org/2012/04/tanil-bora-milliyetcilik-dogallikla-mesrulastirilamaz/
Söyleşinin bir önceki sürümüne http://metusmehmetus.blogspot.com/2011/06/milliyetcilik-nereye.html
den ulaşabilirsiniz. Ne de olsa bir başka memleketim, eski sürümlere uygundur.
Arife
Köse: ‘Türkiye’de bugün milliyetçilik
ve ırkçılık’ gibi bir başlığı konuşuyor olmamızın en önemli nedenlerinden biri
özellikle Van depreminin ardından en görünür yüzünü medyada gördüğümüz, en
hafif haliyle ‘onlar da insan’, en ağır şekliyle ise ‘Allah belalarını verdi’
söylemiyle ifade edilen bir kesimin görünür şekilde ortaya çıkmış olması. Ne
hissettiniz, ne düşündünüz bu söylemler karşısında?
Tanıl
Bora: Bunları
çok görmemeye çalıştım. Ben facebook ya da twitter kullanıcısı değilim, eşimden
ya da arkadaşlarımdan duydum bu tür mesajların varlığını. Ama kuşkusuz insan
bunun üzerine düşünüyor. Burada orta sınıf egoizmine bulaşmış bir ırkçılık
görüyoruz. Bu, genel olarak halden anlamazlık, şiddetli empati yoksunluğu
aslında geçmeyen bir ergenlik belirtisidir. Milliyetçilik, her toplumun
atlatması gereken bir ergenlik sivilcesi gibi görülür. Bence milliyetçilik,
geçmeyen ergenliktir. Erkekliğin, maçoluğun en sevimsiz, en kıyıcı tezahürleri
olan ebedî oğlan ergenliği, milliyetçiliğin karakteridir. Ayrıca bu söylem, şiddetli
empati yoksunluğu ve ‘öteki’ olarak gördüğünü çok kolayca dünyadan ve
insanlıktan ihraç etme, asla ama asla kendini onun yerine koymaya çalışmama
biçimindeki orta sınıf egoizmi ve orta sınıf zihniyeti ile de çok bağlantılı.
Arife
Köse: Türkiye’de milliyetçiliğin ve
ırkçılığın oluşumuna bakarsak, milliyetçiliğin etkisi açısında ulus devletin
oluşumuyla örneğin Avrupa’daki ulus devletlerin oluşumu arasında bir fark var
mıdır? Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinin milliyetçilik açısından
belirleyici nitelikleri nelerdir sizce?
Tanıl Bora: Türk
milliyetçiliğindeki en büyük etken, ki onu Balkan milliyetçilikleri ile aynı
kategoriye koymayı mümkün kılan bir özellik, gecikmişliğidir. Gecikmişlik
göreceli olabilir tabii, buna gecikmişlik algısı da diyebiliriz. Millet
olmakta, millet inşasında geç kalmış olma duygusu; geç uyanmış olduğunu
düşünerek, hatta imparatorluk özgüveniyle fazla hoşgörülü, fazla esnek
davranarak millî refleks geliştirmekte gecikerek kendi kendine ihanet ettiğini düşünerek, enayi yerine konmaya, horlanmaya göz yummuş olduğunu düşünerek, bu
gecikmeyi telafi etmeye yönelik şiddetli bir hırs ve hınç beslemek. Gecikmiş
millet inşasını olabildiğince hızlı telafi etme duygusu çok güçlü bir duygu
Türk milliyetçiliğinde. Rusya’yla ‘93 Harbi (1877-78) ve Balkan Savaşları bu
açıdan dönüm noktası. Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele
birbirine bağlanan süreçler. Bu uzun eşikte yoğrulan ve yatağına oturan bir
milliyetçilik Türk milliyetçiliği. Bu gecikme telaşı, alarmizm dediğim şey yani
alarm duygusu, ciddi bir yok olma endişesi, beka kaygısı dediğimiz psikotik
hal. Bu beka kaygısının daha sonra belirli eşiklerde yeniden üretildiğini
görüyoruz. Soğuk Savaş döneminde komünizm tehdidiyle yeniden üretiliyor.
Jeo-stratejik konumun hassaslığı nedeniyle Türkiye’nin sürekli tehdit altında
olduğu ve hep teyakkuz halinde olmak gerektiği duygusu hakimdir. Soğuk Savaş
sonrasında da en önemli etmen olarak da Kürt meselesinin ve bölünme tehdidinin
bunu yeniden ürettiğini görebiliyoruz. Kuşkusuz her şey aynen devam ediyor
diyemeyiz, elbette değişiyor, ama kalıcı bir örüntü olarak, kalıcı bir yapı
olarak bu gecikmişlik duygusu ve onun verdiği güvensizlikte, beka kaygısına
dayanan alarmizmde, sürekli müteyakkız ruh halinde belirli bir devamlılık var.
Bu da sürekli bir olağanüstü hal rejimine dayanak oluşturuyor. Burada da
ergenlik semptomlarını görebiliyoruz. Tabii ki bu ergenlik metaforunu
abartmamak ve her şeyi bununla açıklamaya çalışmamak lazım – ama en azından
tasviri gücü yüksek bir metafor olduğu açık.
Arife Köse: Toplum açısından baktığımızda
şöyle bir manzara çıkıyor karşımıza; Başbakan Tayyip Erdoğan anayasa
değişikliği referandumundan hemen önce, devletin Öcalan ile görüştüğünü kabul
etmiş ve buna rağmen sandıktan yüzde 58 ‘evet’ oyu çıkmıştı. Yani aslında
toplumun belirli bir kesimi bu gerçeğe de ‘hayır’ dememiş oldu. Ama yine aynı
toplumun aynı zamanda çok kolay teyakkuza geçebildiğini de görüyoruz, tıpkı
Hakkari- Çukurca’daki olaylardan sonra olduğu gibi. Çelişkili gibi görünen, çok
kısa zaman dilimleri içinde aynı toplumda var olabilen bu durumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Tanıl Bora: Milliyetçilik
bir takım merkezlerce düğmeye basılarak harekete geçirilen yapay bir oluşum
değil. Toplumsal bir karşılığı var. Kurumsal bir takım reaksiyon unsurları
olduğu doğru ama devlet tarafından bir kukla gibi yönetiliyor gibi
tasarlayamayız milliyetçiliği. Elbette ki devletin ya da iktidarın
yönlendirmesinin çok payı var. Bir olağanüstü hal havası, millî seferberlik
havası yaratıldığında, bunun işaretleri verildiğinde, devlet güvencesiyle ve
devlet teşvikiyle seferber olmaya yatkın bir kitle tabanı var. Bunu hesaba
katmakla beraber komplocu ve tepeden inmeci analizlere şüpheyle yaklaşıyorum.
Örneğin geçmişte MHP’nin de tamamen kontrgerilla tarafından tertip edilmiş bir
operasyon olduğu açıklamasına itibar edenler çok oldu. Böyle bir boyutu da
olmakla beraber MHP’nin kendi gerçekliği de vardı, bunu göz ardı edemeyiz.
Birileri düğmeye basıyor olabilir ama düğmeye basıldığında coşmaya hazır bir
potansiyel var, bunu görmezden gelemeyiz. O potansiyel düğmeye basılmadığında
da duruyor orada.
Bir de şu noktayı vurgulamak istiyorum.
Milliyetçilik, onu bu kadar önemsememiz hilafına, kendi iddiasının da hilafına,
her şeyi belirlemiyor, kendi başına bir gündem değil. Milliyetçilik, somut
siyasal, toplumsal gündemleri kendine uyarlayan, aslında daha doğrusu onlara
tahakküm eden, onları deforme eden bir ideoloji ve siyasettir. Yine de, şükür
ki, başka toplumsal ve siyasal gerçeklikler varlıklarını sürdürüyorlar.
İnsanlar bir şeye karar verirken, bir şeye kızarken, bir şey için seferber
olurken, milliyetçiliğin iddia ettiği gibi, sadece millî dürtülerle ve
önceliklerle hareket etmiyorlar. “Millî” denen konularda bile böyle olmuyor bu!
Dolayısıyla bir millî infialin beklenebileceğini durumlarda başka öncelikler
öne geçebiliyor. Bundan birkaç yıl önce MHP’nin bir seçim sloganı vardı, ‘Tek
bir cevap yeter’. AB meselesi, Kürt meselesi, ekonomi – hepsinin tek bir cevabı
vardır buna göre. Milliyetçiliğe çok uygun bir slogan gerçekten. Milliyetçilik
her şeyin tek ve yalın cevabı olduğunu söyler ama hiçbir şeyin cevabı değildir
aslında. Her konunun kendi özgül alanına ilişkin özgül bir cevabı vardır.
Milliyetçilik bütün bu cevap arayışlarını tek bir cevaba indirgeme
iddiasındadır, ama hiçbir şeyin cevabı da değildir.
Arife Köse: Ama bir karşılığı var ki toplumda
MHP hâlâ oy almaya devam ediyor ya da milliyetçi duygular bu kadar hakim
olabiliyor zaman zaman. Demek ki bir cevap üretiyor…
Tanıl Bora: Tabii
ki üretiyor, çünkü çok kolay ve hazır bir cevap üretiyor: Kimlik. İster etnik
ister kültürel temelde tanımlanmış olsun, millî kimliği bir olgu olmanın
ötesinde başlı başına bir değer ve bir cevap, bir programmış gibi sunuyor.
Milliyetçilik kimliği bir siyasal program gibi sunma becerisine, gücüne,
imkanına sahip bir ideolojidir. Cazibesinin belki en güçlü kaynağı bu zaten.
Bir kimliği bir program haline getirmek, sözgelimi “Türk olma”yı başlı
başına bir değer ve başlı başına bir siyasî program yerine getirmek, gayet
konforlu bir durum, “Türk” olana kendini iyi ve güçlü hissetmeyi vaad ediyor.
Sırf Türk olmakla siz değerlisiniz, sırf Türk olmakla zaten bir cevaba
sahipsiniz meseleler karşısında. Bu, insanın kendisini iyi hissetmesini
sağlayan “kolay” bir “çözüm”. Edinilmiş, edineceğiniz, inşa edilmesi gereken
bir değere hacet olmaksızın buna sahipsiniz. Bu kof, altı boş ama cazip bir
şey. Bu milliyetçiliğin hem kritik eşiklerde çuvallamasını, bir politik seçenek
ortaya koyamamasını ama bir yandan da dokuz canlı olmasını sağlayan bir temel.
Arife Köse: Peki bugün milliyetçiliğin
yükseldiğini söyleyebilir miyiz? Bu ruh hali ne kadar belirgin ya da hakim
sizce bugünün toplumsal ve politik atmosferine?
Tanıl Bora: Yaklaşık
20 yıldır, bu “yükseliyor mu, alçalıyor mu?” anketlerine muhatap oluyorum
inanın! Ve hep şunu söylemeye çalışıyorum: Konjonktürel gelişmelere göre bazen
alçalıyor, bazen yükseliyor, ama önemli olan, hep orada sotada bekliyor olması,
düşük denen seviyesinin de yeterince yüksek olması! Bence önemli olan budur.
Uzun vadeli bir bakışla şunu söyleyebiliriz: “Normalleşme”, “istikrar”
süreçleri güçlendiğinde geriliyor milliyetçi teyakkuz; millî meselelerle
alakası olmaksızın, herhangi bir gerilimde de kolayca yükseliyor. Çünkü yangın
söndürme setimizde bu var, politika esnafının alet çantasında bu var, başka da
fazla bir şey yok.
Arife Köse: Bu kimliğin ‘öteki’leri de var
değil mi?
Tanıl Bora: Tabii,
zaten milliyetçiliğin çukuru da budur. Düşman imgelerine muhtaçtır. Her siyaset
aslında düşman ya da hasım tanımıyla var olur. Burada düşman ile hasım
arasındaki fark önemli; düşman yok edilesidir; hasmı ise alt etmeniz,
geriletmeniz, nötralize etmeniz, mağlup etmeniz, en önemlisi, bazen de
dönüştürmeniz gerekendir. Milliyetçilik, yapısal olarak, eğilim olarak hasım
değil düşman görür karşısında. Kimlik siyaseti, düşmanlaştırılan bir “öteki”ye
şiddetle muhtaç olan siyasettir. Kimlik siyasetlerinin ağası olan milliyetçilik
için, bu bir alamet-i farika. Özellikle Türkiye’deki gibi gecikmiş
milliyetçilikler, yani özgüven ve beka kaygısı yüksek milliyetçilikler
açısından düşman onsuz olunmaz kurucu unsurdur.
Arife Köse: Milliyetçi ve ırkçı ideoloji
açısından, bir düşman olarak ötekinin yok edilmesinde şiddetin nasıl bir rolü
vardır? Özellikle çatışmaların yeniden başlamasından sonra Kürtlere yönelik
olarak kullanılan şiddeti, hatta zaman zaman linç girişimlerini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Tanıl Bora: Milliyetçilik-ırkçılık,
şiddetin yegâne sebebi değil elbette fakat kuvvetli moderatörleri,
‘kolaylaştırıcısı’dırlar. Irkçılık, malum, bazı insan topluluklarını
insanlık-dışında sayar; onları eşiti görmez, insanca değerlere hatta merhamete
bile layık görmez. Yine malum, ırkçılık ve milliyetçilik, hele bizimkisi gibi
sosyal-Darwinizmden de ilham almış olanlar, topluma biyolojik ve tıbbi
metaforlarla bakarlar, sosyal ve millî problemlere “habis uru kesip atmak”,
“cerahati kazınmak” gibi bir terminolojiyle yaklaşırlar. Şiddet, cerrahi bir sağaltım
kavramıdır bu zihniyette. Kürtlere yönelik linç girişimlerinin kaynağında da bu
zihniyet var. Türkiye’de lincin skandallaştırılmaması, dehşet uyandırmaması,
gündelik dilde rahat rahat deveran eden, basitçe “haddini bildirmeyi”,
“şiddetli tepki göstermeyi” ifade eden bir kavram gibi kullanılması, bu derin
duyarsızlık, bence ayrıca ele alınması gereken bir arıza.
Arife Köse: Van’dan sonra ortaya çıkan ırkçı,
milliyetçi tepkilere yönelik, bu yaklaşımları onaylamasa da ‘anlayan’ iki
söylem ortaya çıktı; birincisi, ‘milliyetçilik ve ırkçılık da bir fikirdir,
düşünce özgürlüğü bağlamında onlar da konuşabilir’, ikincisi ise, ‘ama canım
Kürtler de fazla ileri gitmişti zaten’. Bu tür ırkçı, milliyetçi söylemleri
normalleştiren bu ifadeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tanıl
Bora: Milliyetçiliğin
ayakta kalmasını ve insanları kolay tavlamasını sağlayan yanı, aynı zamanda en
tehlikeli yanı, bu doğallaştırıcı söylemidir. Tepkileri, duyguları, bunların
dışavurumunu doğal, insanın tercihinden bağımsız, kabaran bir doğal afet kadar
doğal, bedenin bir refleksi kadar doğal sayar ve bu son derece tehlikelidir.
Duygular sandığımız kadar kendiliğinden oluşmuyor. Duygular oluşturulan,
beslenen, büyütülen, eğitilen güçlerimizdir. Milliyetçilik özellikle duygu
siyasetini yönetmekte çok iddialı ve mahir. Çünkü her şeyden önce elinde çok
güçlü araçlar var; hiçbir şey yoksa millî eğitim tornası var. Onun “doğal
tepki” dediği şey aslında insanların içine ekilmiş tohumlarla, kurulmuş
duygusal mekanizmalarla alakalı. Pek o kadar “doğal” değil yani! Milliyetçilik
doğallıkla meşrulaştırılamaz. Hem o kadar da doğal olmadığı için, ikincisi,
“doğal” olan sorgulanamaz olmadığı için. İnsanın temel vasıflarından biri kendi
doğasını da sorgulayabilmesi ve değiştirebilmesi değil mi?
Arife
Köse: Peki ırkçı fikirleri ifade etmek
düşünce özgürlüğü müdür? Örneğin, ‘Vanlılar bunu hak etti, Allah belalarını
verdi’ demek düşünce özgürlüğü müdür?
Tanıl
Bora: Bu
bir düşünce değil. Düşünmenin yerine kör öfkeyi, nefreti geçiren bir ‘şey’.
İnsanlar olarak ortaklığımızı yok sayan, konuşmanın, iletişimin imkanını
ortadan kaldıran, insan ilişkisinin imkanını iptal eden bir ‘şey’.
Arife
Köse: Bu tür ırkçı-milliyetçi
söylemlerin üretilmesinde devletin rolü nedir sizce?
Tanıl Bora: Bütün
milliyetçilikler iki yanlıdır ve iki kutup arasında salınırlar. Bir uçta
vatandaşlığı esas alan, ortak vatanı, ortak yaşam ve deneyim bağını millî
kimliğin ve milliyetin esası sayan bir kutup var. Bir de, o milliyeti mutlaka
bir özle, dinsel, kültürel bir kimlikle yücelterek biricikleştiren kutup var.
Bütün milliyetçilikler bu iki kutup arasında salınır. Türk milliyetçiliğinde
ikinci kutup baskındır her zaman. Bu özcülüğün illa soy sop, kan, ırk
milliyetçiliği olması gerekmez, kültürel ırkçılık da olabilir. Türk kimliği
kültürel temelde de tanımlanmış olabilir, ama özcü milliyetçilik Türk
milliyetçiliğinde her zaman barizdir. Cumhuriyetin kurucu elitinden Mahmut Esat
Bozkurt’un ölümsüz bir ayrımı var: kanun Türk’ü ve öz Türk ayrımı. Kanun
Türk’ü, kanun nezdinde, anayasal temelde Türklüğünü kabul ettiğimiz fakat
gerçek anlamda Türk olmadığını bildiğimiz kişilerdir buna göre. Öz Türkler ise,
etno-dinsel ya da etno-kültürel temelde Türk olarak tanımlanırlar, “sahici”
Türklerdir. Bu ayırım yazılı olmayan bir anayasal ölçüt olarak her daim
geçerlidir. Bunu değiştirmek ve sökmek için salt anayasa değiştirmek, salt
devlet nutku söylemek yeterli olamaz. Bu gerçek bir zihniyet dönüşümünü
gerektirir. Çünkü bu, çok derine işlemiş bir şey. Öz Türk tanımında, yani
vatandaşlık bağını yeterli saymayan bir milliyet ve millî kimlik tanımında
Kemalist resmi milliyetçiliğin yanı sıra hemen bütün diğer milliyetçilikler de
mutabıklar aslında. İslamcılığın milliyetçilik tanımı da dini temelde bir öz
Türk ayırımına dayalıdır, böylelikle ayırımcı ve dolayısıyla ırkçılığa yatkın
bir milliyetçiliktir. MHP’ninki zaten malum. Dolayısıyla bunun sadece resmi
milliyetçiliğin bir problemi olmadığını, Türkiye’deki bütün milliyetçilik
çeşitlerinin ortak paydası olduğunu düşünüyorum. Resmi milliyetçiliğin bir
başka özelliği, milliyet tanımının ırkçılığa yatkın bir tanım olmasının
ötesinde, milliyetçiliği zerk etmeyi, millî sembolleri olabildiğince sık
tüketmeyi, millî ritüelleri toplumsal rızayı sağlamanın asli unsuru olarak
görmesidir. Türkiye’de bayrağın, marşın, millî ritüellerin enflasyonist
kullanımı bununla alakalıdır. Milliyetçilik devletin ve siyasal sistemin rıza
üretim sisteminde çok güçlü, çok geniş bir yer kaplıyor. Sürekli referans
veriliyor. Diyelim kendi halinde bir ortak payda olmanın ötesinde, sürekli
yeniden üretilen, sürekli kafaya kakılan, sürekli törenselleştirilen, sürekli
sadakat beyanı talep eden bir niteliği var. Bu kullanım, bu enflasyonist durum,
içeriğinden bağımsız olarak faşizandır. Milliyetçiliğin böylesine
gösteriselleştirilmesi, böylesine her an hazır ve nazır kılınması başlı başına
faşizan bir etkendir. Çünkü bu siyaseti boğan bir etmendir.
Arife Köse: Devletin milliyetçiliğinden
bahsetmişken, Atatürk milliyetçiliğine de değinmekte fayda var. Nedir Atatürk
milliyetçiliği? Nasıl bir işlevi var?
Tanıl Bora: Türkiye’de
birisi ‘ben Atatürk milliyetçisiyim’ dediği zaman, aslında ‘ben aşırı
milliyetçi değilim, ırkçı değilim’ demiş oluyor; öyle demek istiyor. Buna çok
emin bir şekilde, çok güvenle inanıyor. Aslında Atatürk milliyetçiliği yapay ve
görece yeni bir tanım. Bu tanım, esasen 12 Eylül sonrasında yaygınlaştı. 27
Mayıs’tan ve 12 Mart’tan sonra kullanılır olmaya başlamıştı. Onun öncesinde
Atatürk milliyetçiliği diye bir laf yok. 12 Eylül’den sonra Turan Feyzioğlu’nun
yazdığı “Atatürk Milliyetçiliği” adlı kitabın yanı sıra Millî Güvenlik Konseyi
yığınla Atatürk milliyetçiliği telkin eden doküman üretti. Askeri darbelerle,
27 Mayıs’tan başlayıp 12 Mart’ta güçlenip, 12 Eylül’de iyice altı çizilerek,
resmi ideolojiyi pekiştirme gayretinin bir unsuruydu Atatürk milliyetçiliği.
Bütün ‘izm’lerin ötesinde, herkesin biat edeceği bir resmi ideolojiyi tahkim
etme emeline dönüktü. Hem milliyetçiliği bir zorunluluk olarak vurguluyordu,
hem de özellikle MHP’nin açıkça ırkçı milliyetçiliğinden rahatsız olanlara bir
alternatif sunuyor, “aşırı” ve “fanatik” sayılmadan milliyetçi olma imkanını
sağlıyordu. İnsanın eğer ırkçılık ile ilgili samimi bir kaygısı varsa, ki bu
insanların bir bölümünün gerçekten söyle bir kaygısı da var, Atatürk
milliyetçiliği onun bundan korunmasını sağlamıyor. Çünkü Atatürk milliyetçiliği
lafzı altında, yine o Türk kimliğini yücelten ve ayrıştıran bir ırkçılık
yapılıyor. Son dönemde ulusalcılık adı altında gönül rahatlığıyla bunu ırkçı
ifadelere vardıran çok örnek görüyoruz.
Arife Köse: Ne tür örnekler mesela?
Tanıl
Bora: O korkunç Türk Solu dergisi
bunun bir örneği işte. 2000’lerde birçok emekli generalin yazıp
söylediklerinde, açıkça ırkî bir Türklük yüceltisi görürsünüz. Osman Pamukoğlu
bunun bir örneğiydi, parti de kurmuştu biliyorsunuz. Doğu Silahçıoğlu’nun Cumhuriyet’te bir yazısını hatırlıyorum, erken
cumhuriyet dönemi politikalarının Nihal Atsız’ın görüşleri doğrultusunda
geliştirilmemiş olmasına hayıflanıyordu.
Arife Köse: Irkçılık ve milliyetçilik
arasında ayırım yapmak neden önemlidir? Örneğin MHP’nin farkı nedir?
Tanıl
Bora: Farklı
milliyetçilik türleri arasındaki ayırım öncelikle analitik açıdan anlamlıdır.
Daha iyi anlamamızı sağlar. Ama politik olarak da anlamlıdır. Yurtseverlik
olarak tanımlanan, ama sahici anlamıyla yurtseverlik olarak tanımlanan, yani
gerçekten vatandaşlık bağı, ortak vatan deneyimi ve ideali dışında bir bağa
bakmayan bir milliyetçilik ile, etnisist, ırkçı bir milliyetçilik arasındaki
fark kuşkusuz önemsiz değildir. Gerçi ikisi arasında aşılmaz bir duvar yoktur,
yoğun git-geller olur aralarında, ama yine de bu ayrım sadece analitik açıdan
değil, politik açıdan da önemsiz değildir. Keza sizin sorduğunuz noktada her
milliyetçiliği doğrudan faşizm ile damgalamanın, faşizm kavramını ve ithamını
sıradanlaştırmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Tabii burada şöyle bir hazin nokta
da var; Türkiye’de birisine ‘faşist’ dediğiniz zaman bu aslında çok da ayıp ve
kötü bir şey olarak düşünülmüyor. Bu konuda çok güçlü bir duyarlılık olduğunu
düşünmüyorum. Faşizmin kötü bir şey olduğuna dair genel bir ‘duyum’ var, ama
onun içeriği ile ilgili çok derin ve yaygın bir bilinçlenme yok.
Arife
Köse: Yine Van depremi sonrasından yola
çıkarak örneklendirecek olursak, özellikle sosyal medyada görülen bu ırkçı
söylemlere Devlet Bahçeli çok sert yanıt verdi, bu tür mesajların “ihanet”
olduğunu söyledi. Bu, birçok insan tarafından MHP’nin değiştiği, artık eskisi
gibi faşist bir parti olmadığı şeklinde yorumlandı. Siz ne düşünüyorsunuz?
Tanıl
Bora: Faşist
ya da faşizan olarak değerlendirebileceğimiz hareketlerin bir özelliği, faşizan
bir taban dinamiğidir. Van sonrası o mesajlarda da kendini gönül rahatlığı ile
ifade eden, birilerinin kesilmesi gerektiğini düşünen, çok kuvvetli bir devlet
isteyen, idam isteyen, kellelerin yuvarlanmasını isteyen ve homojen, kendi
gibilerden müteşekkil, sürekli ajite bir toplum hayali güden, faşist bir
imgelemin taban dinamiği var. Bir yandan da bu taban dinamiğine dayanan, onu
bir koz olarak kullanan, o potansiyeli güdüp yönetme, o potansiyeli seferber
etme gücünü siyasal kâra dönüştüren bir liderlik, bir parti dinamiği vardır. O
parti, o liderlik zaman zaman, belki çok zaman, merkez sağda
konumlandırabileceğimiz orta karar bir yerde durabilir. Çünkü o saldırgan,
radikal potansiyeli gemleme yeteneği, onu zaman zaman öne sürme, zaman zaman
geri çekme yeteneği, o taban dinamiğine hakimiyet, bu partilerin sistem
nezdindeki güvenilirliğinin bir unsurudur. Yani bir iç savaş çıkarabilecek,
icabında Kürtlerin üzerine yürüyebilecek o potansiyeli (beslenip büyütülmesinde
ciddi paylarının olduğu o potansiyeli) dizginleme ve durdurma yeteneğini
gösterirlerse ciddiye alınırlar. Yoksa geminden boşalmış bir güruh politikası,
o partiyi sistem nezdinde de tehlikeli kılar. Bu bir hilebazlık değildir,
faşist siyasetin kendi doğal ritmi ve işbölümüdür.
Arife
Köse: Günümüzde bir neo-faşizm,
neo-ırkçılık var mıdır?
Tanıl
Bora: Bunlar
boş terimler değil, bunların işaret ettiği bir gerçeklik, bir değişim var.
Deyim yerindeyse, bir tür kibarlaşma görünümü bu. Örneğin biyolojik ırkçılığın
kültürel ırkçılığa dönüşmesi, ırkçılık ve neo-ırkçılık arasındaki bir fark
etmenidir. Açık seçik, doğrudan doğruya ten rengi, soy, kan temelinde bir
ayırımcılıktan öte kültürel davranış ile ilgili, kültürel değer ile ilgili,
kültürel farkçılığa dayanan bir ırkçılığa yönelim var. “Siyahlar da
muhteremdir, ama onlar kendi bahçelerinde iyidir, bizim buralara gelmesinler”
gibi… “Her kültür kendi doğal ortamında güzeldir” gibi… “Demokrasi, çoğulculuk
vs. bunlar belirli botanik koşullarda ortaya çıkmış bize özgü değerler, bunu
herkes paylaşamaz” gibi… daha kibar gibi görünen bir ırkçılık söylemi var
Avrupa’da, Amerika’da. Hem de daha esnek, daha pop, yani klasik faşizmde olduğu
gibi sıkı hatta bazen paramiliter örgütlenme ile kitlelerin sürekli ayakta
olmasını, sürekli militan seferberliğini talep etmeyen, daha esnek bir ilişki
içerisinde katılım sağlanabilen bir milliyetçilik.
Arife
Köse: AKP’nin milliyetçiliği hakkında
ne düşünüyorsunuz?
Tanıl
Bora: Türk
milliyetçiliğinin sürekli teyakkuz halinde, şiddetli tehdit algısına ve beka
kaygısına dayalı negatif diyebileceğimiz ideolojik söyleminin daha özgüvenli,
pozitif bir ideolojik söyleme dönüşmesi ile ilgili bir dinamiği tartışabiliriz
burada. Bir ara Tayyip Erdoğan’ın da kullanıldığı “pozitif milliyetçilik” lafı
vardı. Aslında bunun başlangıcını Turgut Özal dönemine uzatabiliriz.
Türkiye’nin otarşist havadan çıkıp dışa açıldığı, iyimser bir ekonomik gelişme
trendine girdiği, soğuk savaşın bitmeye yüz tutmasıyla komünizm korkusundan
arındığı, bir yandan yeni Türk cumhuriyetlerinin kurulmasıyla ekonomik temelde
bir yeni Turan ufkunun ortaya çıktığı bir temelde daha özgüvenli bir milliyetçi
ruh hali gelişmişti. Burada bir neo-Osmanlı nüfuz potansiyeli de önemli
temadır. Kısacası ‘Biz büyük ülkeyiz’ söyleminin Özal dönemine kadar
uzatılabilecek bir geçmişi var. AKP’nin milliyetçilik söyleminde de bu
kendisini gösteriyor. Neo-Osmanlı olarak tanımlanan dış politika perspektifi
bunun bir parçası. Türkiye bu söylemde sürekli jeo-stratejik tehdit altında,
etrafı düşmanlarla çevrili bir ülke olarak değil, tersine bölgesinde bütün
ülkelerin Türkiye’nin himayesine mazhar olmayı istediği, “doğal” nüfuz alanını
oluşturan bir fırsat coğrafyasıyla karşı karşıya bulunan bir ülke olarak
sunuluyor. ‘Türkiye büyük bir ekonomik güçtür, bir büyük devlettir, bizim millî
kimliğimizi korkular ve husumetlere değil, özgüvene ve ekonomik-siyasal nüfuz
potansiyelimize dayandırmamız lazım’ gibi bir ideolojik söylem hâlâ baskın hâlâ
gelmemiş olmakla birlikte, bunun ipuçları var. Bir yandan da o sürekli
müteyakkız, tehdit algısına dayalı söylem rahatlıkla ortaya çıkabiliyor. Demin
Özal’a götürdüm, ama aslında bu Türk sağının iktisaden müreffeh, politik olarak
istikrarlı dönemlerinde daha önce de peydahladığı bir söylemdir. Mesela
1960’ların Demirel’i de böyle konuşur. Millî gururun kaynağını fütuhatlarda,
eski kahramanlıklarda, cengaverliklerde değil, ekonomik başarılarda, medeniyette
ileri gitmekte, medeniyet başarılarında aramak gerektiğini söyler, gerçek
milliyetçilik ölçütü olarak bunları görür. Bu, Türk sağının uzun tarihi
içerisinde refah ve istikrar konjonktürlerinde peydah olan bir milliyetçilik
söylemidir. Hep kısa ömürlü olmuştur.
Arife
Köse: Peki bu da ırkçı, tehdit algısı
ve beka korkusuyla dolu milliyetçiliği güçlendiren bir söylem midir?
Tanıl
Bora: Tabii
bu da üstünlük kibriyle yine tehlikeli bir söylem. Osmanlı’dan Türk
milliyetçiğine devreden “millet-i hakime” motifinin modern yeniden üretimi.
Malzemesi, motifleri değişse bile bu millet-i hakime kabulü zemininde Türk
milliyetçiliğinin ana çizgisinin yeniden üretimini sağlıyor. Tehdit algısı ve
beka kaygısını, bu defa “emperyal vizyon” çerçevesinde bir teyakkuz hali ikame
ediyor.
Arife
Köse: Tüm bunların yanı sıra bir
suçlama olarak dile getirilen Kürt milliyetçiliği meselesi var. Sizce Türk
milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliği bir ve aynı görülebilir mi?
Tanıl
Bora: Aynı
formülü tekrarlayacağım: Milliyetçilik sadece milliyetçilik değildir. Kürt
siyasal hareketinde güçlü bir milliyetçilik etmeni olduğunu ben de düşünüyorum.
Fakat bu onun milliyetçiliğe indirgenebileceği anlamına gelmiyor. Sadece
milliyetçilik düzleminde ele alamayız Kürt siyasî hareketini, onun sadece
milliyetçi bir hareket olduğunu söyleyemeyiz. Bu hareket açısından bence
tartışılması gereken şey şudur; onlar yurtseverlik kavramını milliyetçilikten
azade kılan garantili bir panzehir gibi kullanmaya yatkınlar. Bunun garantili
bir panzehir olmadığını tartışmak gerekir. Kürt kimliği açısından meseleyi şu
noktada görmek gerektiğini düşünüyorum: Millî kimliği nedeniyle aşağılananlar,
millî kimliği tanınmayarak dışlananlar tepkisel olarak o millî kimliklerine
sığınır. Hannah Arendt’in yazdıklarını hatırlarsak; bir Yahudi sadece Yahudi
değildir, onun birçok kimliği, birçok yüzü vardır, ama Yahudi olarak
aşağılandığı zaman bir onur tepkisiyle Yahudiliğine sığınır ve böylece onu
sadece Yahudi olmaktan ibaret hale getirirsiniz. Öyle davranır, öyle tepki
gösterir. Kürtler açısından da buna benzer bir durum var. Kürtlerdeki
milliyetçilik bu dinamik göz ardı edilerek anlaşılamaz. Ayrıca Kürt
milliyetçiliğinin biçimlenmesinde Türk milliyetçiliğinin bir rol modeli işlevi
gördüğünü görebiliyoruz.
Arife Köse: Türkiye’de özellikle ulusalcılık
kavramını sık sık kullandığını gördüğümüz sola bu milliyetçi fikirler nereden
bulaşmıştır ve bunlar sola nasıl bir zarar vermektedir?
Tanıl Bora: Bunun
standart cevabı Kemalizmin mirası veya etkisidir. Doğru, bir kere bu var.
Türkiye’de sol ’71 hareketinden beri Kemalizmden kopmaya yöneldi, ama bu kopuş
kâmilen gerçekleşmiş değildir. Bir başka etken, emperyalizm kavramının deyim
yerindeyse “istismarıdır”. Emperyalizm kavramının, Lenin’in anlattığı gibi
kapitalizmin dünya sathına yayılması, kapitalist egemenliğin tüm dünyaya nüfuz
etmesi olarak değil de, “millî işgal” mantığıyla anlaşılması.
Anti-emperyalizmin bir nevi “mütekâmil ve global anti-kapitalizm” olması
gerekirken, millîci bir darlığa sıkıştırılması. Buna bir de “ezilen ulus
milliyetçiliği” kavramının istismarını ekleyelim. Bu kavramın, göreceliliğinden
tamamen arındırılarak, milliyetçiliği mübah gösteren bir umumî vekâletnameye
dönüştürülmesi.
Arife Köse: Yukarıda bahsettiğiniz gibi,
‘faşizm’ dendiğinde kötü bir şeyin anlaşılması, milliyetçiliğin muteber olmayan
bir hale gelmesi nasıl mümkün olabilir? Milliyetçilik ve ırkçılığa karşı neler
yapmak gerekir?
Tanıl Bora: Bildiğim
bir reçete yok! Kınamak ve karşı çıkmanın olmazsa olmaz olduğunu teslim etmekle
beraber, bu tür karşı-propagandanın yeterli olacağını da düşünmüyorum. Bence
işin esası, uzun erimli ama sağlam çare, ‘konuyu değiştirebilmektir’.
Milliyetçiliğin, ırkçılığın, faşizmin beslendiği zeminden farklı zeminlerde,
farklı gündemlerle, farklı bir dille bir sosyalleşmeyi, bir politizasyonu
sağlayabilmektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)